2 Aralık 2007 Pazar

Trikotillomani Vakasının İkinci Fazı

Ani bir korku böler uykumu gecenin yarısında
Görülmezlik sezilir Güneş’in ısıtan altın sarısında
Kendinizi ararsınız yaşamla ölüm arasında
Belki de anlam veremediğiniz bir gönül yarasında

Özneler yüklemlerle uyumsuz olmaya başlar
Çığlığınızla yankılanır dağlar taşlar
İçinizdeki yaralar, sıra sıra leşler
İşe yaramaz çektiğiniz peşkeşler

Kavşağa yaklaştıkça yanıp sönen ışıklar
Mor gözler, kanlı eller oldukça şıklar
Bunu ne şizofreni ne paranoya açıklar
Akıllılardan daha suçsuz kaçıklar

İnkar edilmez gerçekleri kabul etmezsiniz
Kimseye suçsuzluğunuzu belletmezsiniz
İçinizdeki psikopatı belli etmezsiniz
Bırakın yüzü bini, siz elli bile etmezsiniz

Balıklar bir bir ölüyordu. Anlaşılmıyordu nedeni. Denizin rengi her zamankinden biraz daha koyuydu. Yüzmeye çalıştığınız zaman her zamankinden daha fazla tuz geliyordu ağzınıza. Gözlerinizi her zamankinden daha fazla yakıyordu. Daha az zevk alıyordunuz artık bu denizde yüzmekten. Alışmıştınız aslında bu denize. Alıştığınız denizden vazgeçmezdiniz. Bu denizi kimsenin elinizden almasına göz yumamazdınız. Ama yavaş yavaş kendiniz bırakıyordunuz peşini. Suyun tadı artık size cazip gelmiyor, girdiğinizde içine artık sizi serinletmiyordu bu deniz. Aksine yakıyordu sizi, gözlerinizi ve en önemlisi yüreğinizi.

Eskiden hasretle yolunu gözlediğiniz yaz mevsiminin gelmesini istemiyordunuz artık. Sebebi küresel ısınma değildi, aksine sizin içinizde artan hararetti. Artık yorgunduz. Yeni ısı artışlarını, yeni sıcak hava dalgalarını kaldırmıyordu gün geçtikçe yaşlanan yüreğiniz. Klima gerekiyordu belki evinize belki de yüreğinize. İçinizi ısıtan her şeyin içinizden çıkıp gitmesini istiyordunuz. Aynalara baktıkça yüzü kızarmış bir insan, alnından sürekli ter damlayan bir kişi görüyordunuz. Alnınızdan damlayan terler derin oyuklu sivilceler açmıştı yüzünüzde. Yaşlanıyor muydunuz yoksa? Aynaya bakma isteğiniz azalıyordu. Kış gelse de yüreğime bir su serpilse artık diyordunuz.

Yaz kış hangi mevsim olursa olsun geceler düşmanınız olmuştu. Ansızın gelen karabasanlar, uykusuzluk nöbetleri, istemsiz gülmeler... Yorganlar da düşmanlık ediyordu size artık. Öyle ki üstünüze değil yorgan almak, altınıza çarşaf sermek bile terletiyordu sizi. Elinizde olsa hiç uyumayacaktınız. Ama günlerin daha hızlı geçmesi için uyumak tek çarenizdi. Hiç kalkmamak da yardımcı olabilirdi size. Ama bu aşamaya gelmemiştiniz henüz.

Gündüzleri sokakta duyduğunuz çocuk çığlıkları gecenin sessizliğini bölen tren düdüklerini andırıyordu size. Çocukların oynayışları, gülüşmeleri herhangi bir yaşam tadı uyandırmıyordu içinizde. Artık sizden geçmişti, siz içinizden çıkaramadığınız ama içinden bir an önce çıkmak istediğiniz denizinizle başbaşaydınız. İki olasılık vardı. Ya o deniz kuruyacak, ya da okyanusa dönüşerek sizi içine hapsedecekti.

Okyanusların derinliğinden korkuyordunuz bir taraftan. Ama denizin kurumasıyla gelecek sığlık da sizi endişendirmiyor değildi. Çünkü siz yüreğinizin derinliklerinde hayatı sığ olarak yaşamaya alışkın değildiniz. Ayaklarınızın yere basması endişelendiriyordu sizi. Bir yandan da derinleşen duygularınızı bastırmaya çalışıyordunuz. Yani siz de bilmiyordunuz ne yapılması gerektiğini bu iki durum arasında. Bir çelişkiydi belki bu. Belki de bir kararsızlık. Belki de ne istediğinizi bilmiyordunuz.

Kullanmanızı önerdikleri ilaçların benliğinizin yitmesine yol açacağından korkuyordunuz. Siz buydunuz belki ama bu siz miydiniz? Hangi sorunun cevabını arıyordunuz? Bildiğiniz tek şey vardı. Yaşadığınız tarzdan memnundunuz. Sahip olduğunuz bu hayat tarzının sürerliği sizin memnuniyetsizliğinizden geçiyordu. Kaybetmek istemiyordunuz tutkularınızı, çocukluklarınızı ve en önemlisi de sizi siz yapan o duygularınızı.

Yalnız siz mi vardınız bu dünyada? Yoksa başkaları da var mıydı gerçekten? Ya da o başkaları sadece sizi denetlemek için mi vardı bu dikenli tellerle çevrili olan ama amacı korunmak olmayan bu revirde? Dikenli teller çıkmaya her çalıştığınızda ellerinize batıyordu. Acıyla ellerinizi yüzünüze götürüyordunuz. Ve işte sizi siz yapan o acı, o kan yüzünüze yansıyordu. Ne zaman dahası gelecekti bunun? Ne zaman iyilik denizinden çıkıp da kan denizine girmeyi başarabilecektiniz? Ne zaman mutlu olmaktan acı çekmeyi alışkanlık haline getirebilecektiniz? Ya da ne zaman acı çekmekten mutlu olacaktınız? Bir psikopat mıydınız yoksa bir şizofreni hastası mı? Ya da yanlış dünyaya gönderilmiş Tanrı’nın bir hatası mı? Kimdiniz siz? Neydiniz? Tanımlayabilir miydiniz?

Uykunuz bölündüğünde yaşamıyor gibi hissettiğiniz o karanlık anlardan çıkış yolunun yeni tünellere girmek olduğunu bilmiyor muydunuz? Karanlığın size bahşettiği o panoramik görüntüyle yaşamak, kendi planlarınızla mutlu olmak ve Tanrı’nın size bahşettiği yaşamadıklarınızın da zevkini çıkarma gücünden haz duymak değil miydi? İstediğiniz zaman istediğiniz sesi duyuyor istediğinizde istediğiniz kişiyi görüyor ve yine her istediğinizde istediğiniz her anı yaşıyordunuz. İşte bu sizdiniz.

Hayatınıza gelenlerin verdiği mutluluk ya da hayatınızdan çıkanların verdiği üzüntü müydü bu? Yoksa korkmaktan korkmak mıydı ya da mutlu olacağınızı bilmenin verdiği mutluluk mu? Kısacası yaşadıklarınızı hepsi sadece bir odaklanmadan ibaretti. Neye odaklanıyorsanız onu yaşıyordunuz. Ama ne yaşarsanız ona odaklanamıyordunuz. Odaklandıklarınızdan birini yaşamadığınız zaman, yaşam hiçbir anlam ifade etmiyordu sizin için. Gerçekten seviyor muydunuz? Yoksa sevmeyi mi seviyordunuz? Gerçekten üzülüyor muydunuz? Yoksa üzülmeyi mi seviyordunuz? Çözememiştiniz kendinizi.

Bir de toplumun size dayattıkları vardı. Hani sen şöylesin dediklerinde öyle olmasanız bile belirli bir zaman sonrasında aklınızı kurcalayan dayatmalar. Olmayanı olur yaptıran dayatmalar. Hayatınızı dayatmalara göre şekillendiremezdiniz. Aslında hayatınızı siz şekillendiremezdiniz. Söylediğiniz pembe yalanlar yerini gittikçe koyulaşan bir mora bıraktıkça kendi gözlerinizdeki rengin de farklılaştığını hissediyordunuz aynaya baktığınızda. Ama ne fayda? Alışkanlıklarınızdan vazgeçemeyen siz kendinizi kolay da kaptırıveriyordunuz. Ama bu sefer böyle olmayacak demiştiniz yine. Her zaman söylediğiniz gibi. Bakalım bu sefer gerçekten böyle olmayacak mıydı?


Aytaç Özkütük
05.09.2007
16.16

Hiç yorum yok: