2 Aralık 2007 Pazar

2077 Hatıraları

Evin derinliklerinde, el değememişliklerinde bulunan küçük bir sim kartı gözlerinde merak uyandırmıştı. Şaşkınlıkla karışık yaşadığı, ad bile veremediği bu duygu gözlerinin parlamasına, gözbebeklerinin gittikçe büyümesine neden olmuştu. Yıllar önceki hayatından kalma, ona yaşadıklarını hatırlatabilecek bir işaret olmalıydı bu. Üzerinde ne yazdığını okuyamadı, çünkü yazısı oldukça silinmişti. Tarih yine tozlandırmış hatırları her geçen dakikayla diye düşündü. Şifresini hatırlıyor muydu acaba bu küçük kartın? Denemekten zarar gelmezdi. İki gün önce aldığı, ekranı cıvıl cıvıl, renk renk olan telefonunu eline aldı. Mevcut hattını çıkardı ve elleri titreyerek ona geçmişi hatırlamasında yardımcı olabilecek o küçük kartı hazneye yerleştirmeye çalıştı. Uzun bir uğraş vermesi gerekti. Hazne o kadar küçüktü, 90 yaşında Parkinson hastası olmasına rağmen kartı elinde tutmayı başarmıştı. Sonunda kartı yerleştirmeyi de başardı. Ama hatırlıyor muydu şifresini? Bu soru aklını kurcalıyordu. Derken bir anda telefonu elinden düşürdü. Az işiten kulaklarına bir cam kırılma sesi geldi. İçi titredi elleriyle beraber. Yeni aldığı telefonu yoksa çöp kutusuna mı yolcu edilecekti? Sonra aklına kendi geldi. Kendi de yolcu edilecekti yakın zamanda bir çöp kutusuna. Mezarlık için bu deyimi kullanıyordu. Bunları düşünürken bir anda unutuverdi ne yapacağını. Unutkanlık uzun zamandır çalmamıştı kapısını. Kendini büyük bir boşluk içinde hissetti. Ama toparladı hemen kendini; çünkü bu çok önemli bir konuydu onun için. Telefonu titreyen dizlerinin üzerine çömelerek yerden aldı. Ekranının çatladığını, yanan ışıkların renklerinin soluklaştığını gördü. O hiç vazgeçmediği mor silinmişti ekrandan. Önemli değildi. Açma düğmesine bastı. Şifreyi bekliyordu. Sorgu ekranı geldiğinde şıp diye hatırlayacağını düşünüyordu. Ama yolunda gitmeyen bir şeyler vardı sanki. Sorgu ekranı gelmedi. Telefon açılmaya devam etti. Yıllat önce kullandığı hatta bir şifre koymamıştı demek ki. Bunun pek de önemi yoktu aslında. O hat çoktan geçerliliğini yitirmişti zaten. Ama telefon rehberine bakmak, geçmişte yazdığı mesajları okumak için can atıyordu. Rehbere girdi. Yalnızca bir girdi vardı koskoca rehberde. Bu yalnız olduğunun göstergesi miydi? My dear yazıyordu kişinin adı olarak. Yıllar önce uzmanı olup üstüne tezler yazdığı yabancı dillerden eser kalmamıştı hafızasında. Ne demek oluyordu bu? Evet, şimdi hatırlamıştı. Bu güzel bir sözdü, bir sevgi sözü. Gelen mesajları gördü. Gözlerindeki sorun nedeniyle mesajlardaki küçük yazıları okumakta zorlanıyordu. Ama kendini zorladı, bunu başarmalıydı. Neler olduğunu, rehberine bir sevgi sözcüğüyle kaydettiği bu insanın kim olduğunu ve yıllar sonra anlamsız bir şekilde evde dolaşırken onu geçmişi hatırlatacak olan bu kartı bulmaya iten gücün ne olduğunu çok merak ediyordu. Devam etti okumaya çalışmaya. Gözlüklerini aldı eline, beceremedi yine. Evde bir büyüteç olacaktı diye düşündü. Dolaplarda saatlerce büyüteci aradı. Hava kararmaya başlıyor, büyüteci bulamazsa mesajları okuyabilme olasılığı da bugün içi imkânsızlaşmaya doğru gidiyordu. Ama bulmalıydı. Ve sonunda azminden bu da kurtulmadı. Çatlak camlı bir büyüteç buldu yatak odasındaki çekmecelerinden birinde. Bunun işini halledeceğini umdu ve hemen salona koşar adımlarla ilerledi. Telefonun olduğu yere doğru yönelmeye çalıştı ama “Hay aksi” dedi yüksek sesle. Çünkü telefonunu nereye koyduğunu hatırlamıyordu. Aradı, aradı, aradı. Mutfağa gitti bu sırada. Aniden karnının a. Olduğunu, bir şeyler yemezse fena hissedeceğini düşündü. Buzdolabını açtı. Ama hiçbir şey yok. Kim yemişti bu kadar yemeği. Oysaki dün o kadar doluydu ki dolap. Dolabın raflarını iyice inceledi az da olsa yiyecek bir şeyler bulabilmek için. Raflardan birinden garip bir ışık huzmesini süzüldüğünü görünce birden şaşırdı ve geri çekildi. Neydi bu? Bir şaka mı? Ama yıllardır ona şaka yapabilecek biri bir yana onla konuşabilecek bir kişi bile yoktu yanında. Bu düşünceleri bir kenara bıraktı. Yine geçmişe yönelmesi gerektiğini hatırladı. Telefonu aramak için gelmişti mutfağa. Bir anda dank etti. Bu garip ışık huzmesi buzdolabına nasıl girdiğini bilmediği telefonundan geliyordu. Telefonu eline aldı. Rüya görmüş olup olamayacağını düşündü. Rehberi kontrol etti. Neyse ki birkaç saat önce telefonda yaptığı her şeyi hatırlıyordu. Cebine koyduğu büyüteci çıkardı ve yeniden mesajları okumaya çalıştı. Onlarca mesaj küçük kartın hafızasında okunmak için bekliyordu. İlk mesajı büyük bir heyecanla açtı ve okudu. Kulaklarının da duymasını istiyordu okuduklarını. Ama az işiten kulaklarıyla duymak için biraz bağırması gerekiyordu. Biraz daha gayret etti. Evet, duyuyordu artık kendini. Çok şaşırmıştı. Gözlerine ve kulaklarına inanamıyordu. Yoksa yine bir yanılsama mıydı bunlar beyninin ona daha önce de oynadığı oyunlar gibi. Hayır, sanıyordu ki bu sefer bunlar gerçekti. Kendine gelmek için titreyen ellerine yüzüne birkaç tokat yapıştırdı. Kendine gelmişti sonunda. Heyecanlanmıştı da. Kalp çarpıntısı artacak gibiydi sanki. Ama birden bir fısıltı duydu. “Sakin ol, bunu atlatacağız, ben hep yanında olacağım.” Birden kendini yirmi yaşında gibi hissetti. Terk edilmiş bir çocuk gibi ağlamaya başladı. Ama yirmi yaşında terk edilmiş bir çocuk olamazdı. O yaşta terk edilse de ağlamazdı. Farklı bir şeyler oluyordu. Farklı şeyler hatırlıyordu. Birden hatırladıklarıyla ve hatırlamak için çabaladıklarıyla okuduğu mesajlar arasında bir bağlantı kurmaya çalıştı. Okuduğu ilk mesajda “Kusura bakma, yanlış otobüse binmişim, biraz daha geç kalacağım, 10 dakikaya oradayım” yazıyordu. Bu birden yüreğinde fırtınalar kopmasına, gözlerinin önüne yetmiş yıl önceki halinin gelmesine neden oldu. Ama neydi bu kadar etkileyen onu. Evet yavaş yavaş gözlerinin önünde canlanmaya başlamıştı olaylar. Bir pastanenin önünde bekliyordu. İnsanlar gelip geçiyor, oysa hiçbirini tanımıyordu. Şüpheli gözlerle baktığını hatırlıyordu. Evet, evet tanımadığı bir şehirdi bu. Sanki daha önce birçok kez bulunduğu ama kendi başına ilk kez gittiği bir şehir. Mesajların devamını okudu. Tarihlere dikkatlice baktı. 2007 yazıyordu hepsinin yanında. Oysa şimdi 2077 yılıydı. Acınacak bir durumda olduğunu düşündü kendi kendine. Sonra kafasını kaldırdı, yukarı baktı. Tavandan aşağı sarkan ve ışıklar saçan avizelere. Onlar da yetmiş yıl öncesinden kalmaydı. Onlar hala ışık saçabiliyorlardı. “Ben neden saçamayayım ki?” diye geçirdi içinden. Ama kafasını dağıtıp odaklandığı konudan uzaklaşmak istemiyordu. Mesajlar hakkında bir şeyler hatırlamaya çalıştı yeniden. Uzun uzun baktı ve düşündü. Şiirler, İngilizce yazılar, sevgi sözcükleri, dertleşmeler buldu içinde. Aşıktı bu insana galiba yıllar önce. Ama çıkartamıyordu bir türlü çehresini. Pes etmek üzereydi artık. Uyku saati geçmişti bile. Yalnızlığının verdiği bir ıstırapla, titreyen dizlerine rağmen tuttuğu hızlı bir tempoyla odasına doğru ilerledi. Birden hayretle arkasına döndü. Uzun zamandır duymadığı bir ses duymuştu. Kapı ziliydi bu. Bu saatte zil mi çalıyordu? Birden dilencinin tekidir diye umursamadı. Ama ısrarlı bir biçimde çalmaya devam ediyordu zil. Korktu, açmak istemedi ve odasına geri döndü. Kapıdan gelen şıkırtılar kapısının zorlandığını hissettirdi ona. Ama kapının açılma sesi geldiğinde, kapı henüz o kadar zorlanmamıştı. Kulakları az işitiyordu, ancak o yıllar öncesinden kalma ahşap kapının çıkardığı gürültüleri duymamasına imkan yoktu. Gerçi kendi de epeyden beri dışarı çıkmıyordu. Unutmuştu kapı sesini. Birden uykuya daldı, korkuyla karışık bir şaşkınlık içinde. Yaşlılığın verdiği o sürekli yorgunluk hissine yenik düşmüşken birden eski ahşap basamaklarda birinin yürüdüğünü düşündü. Doğru düşünmüştü. Kapısının önünde bir gölge gördü. Ölüm korkusu vardı elbette. 90 yaşına gelmişti çünkü. Ama eninde sonunda ölüm yakındı. Ne de olsa bundan sonra yaşayacağı bir on yıl daha olduğunu düşünmüyordu. O nedenle korkmaktan vazgeçti. Bir gün evde ölü bulunmasıyla bir cinayete kurban gitmesi arasında bir fark yoktu onun için. Bunları düşünürken kapı yavaş yavaş aralanmaya başladı. Önce bembeyaz saçları gördü, ardından o sarışın yüzü. İçeri gelenin bir erkek olduğunu anladı. Tanıyamıyordu yüzünü. Yabancılara benziyordu çünkü. Yemyeşil gözleri vardı. Yaşlılığın verdiği gözlerdeki sululuk gözlerinin rengini biraz da fazla ön plana çıkarmış olsa gerek diye düşündü. Kendisinden daha yaşlı görünüyordu bu adam. Yavaşça yanına yaklaştı. “Bugün nasılsın?, Geciktim kusura bakma, yanlış otobüse binmişim” dedi. Kimdi bu? Nereden tanıyordu onu? Evine nasıl girmişti? Bu şaşkınlığı fark etmişti diğer yaşlı adam. Hemen bir terslik olduğunu anladı. “Yoksa bugün ilaçlarını almayı unuttun mu?”

Aytaç Özkütük
29.08.2007
00:31

Hiç yorum yok: