19 Aralık 2007 Çarşamba

Kırılganlık

zlıyordu yalnızlığım solgun sevdaların karanlığınca
Teraziler yılgın yürekleri sabitleyemiyordu kendi ırlığınca
Sonu gelmez dertler uçsuz bucaksız sarmaşıkları imgeliyordu
İşitmek imkânsızdı kapı zilini anahtarın sağırlığınca

Çığ düşüyordu saçlarımdan dallarım sancıdığında
Zor geliyordu yapraklarıma dirençsizlik damarlarım ağladığında
Köklerim gamsız otlara şehvetle imreniyordu
Kovuklarımdaki yaralara cılız kabuklar bağladığında

Telefonların suskunluğu bitkisel hayata kandığında
Gönlümün kanatları bir kelebek gibi yandığında
Böceklerrnaklarımı kanla imzalıyordu
Yürek hülyalara dalmıştı yaşadığını sandığında

Aytaç Özkütük
19.12.2007
15.43

Nef(e)s

Uzak diyarlardan buğulu bir bakış attım solgun şehrime
Kırmızı bulutlar arasında yükselen damlaları sordum kendime
Sarhoşluktan anlaşılmıyordu rüzgârın iç gıdıklayan sesi
Sessizlik bastırmıştı yalnızlığı avuç avuç haykıran nefesi

Ölüyordu insanlar uzaklarda, eşliğinde bir muhteşem gürültü
Dermanları bir hayli maluldü, seçilmiyordu görüntü
Durdum baktım sessizce gece ayazının kısır alemine
Yürekler isyan ediyordu direncine yıldızların, bir de gökyüzüne

Parlamak bitmiyor, ışıkla kayboluyor mevhum bakilikteki yıldızlar
İfade etmeye çalışıyordu elinden kaçanları ebedi aruzlar
Düşündüm ihmalini seyre dalarak kovalamacaların ürkekçe
Haydi, hatıralar bekliyorum, bombardımana geçin erkekçe

Şehrimin buğuları dumanlara karışıyordu sabaha karşı
Kulaklarımda çınlıyordu adeta mühürlü yalnızlık marşı
Uyandım birden bire hayattan, hatırlamıyordum o sesi
Saat 14.42’ydi, kesilmişti beş aylık bebelerin nefesi

Yaşamadım ben seni uzun kart yoncaların arasında
Dördüncü yaprağı bulmuştum o çiçeğin altın sarısında
Ayrılık dumanı yalnızlıkla renkleniyordu, sen gitmedin
Pişmanlık kuyularındaki suyu kana kana içmedin
Çünkü yeni yolun kilitlemişti girdiğin yeni kafesi

Aytaç Özkütük
19.12.2007
01.48

11 Aralık 2007 Salı

Doğanın Yürekle Dansı

Kendini bilmez çığlıklar yükseliyor zirvesi görünmez dağlarda
Sular haddini aşıyor, kavga ediyor balıklar nehirdeki ağlarda
Camlar ıslık çalıyor, yağmur sesi yok, çiviler çakılıyor duvarlarda
Isırgan otları acıkmış, ağustos böcekleri cırlıyor kış ayazında bağlarda

Kar taneleri bir tokmak gibi vuruyor ağlamaklı yoncalara
Kahkahalar atıyor içi içine sığmayan güller mahzun goncalara
Toprak kasıyor kendini titreyerek engel oluyor solucanlara
Hava aniden tıkanmışçasına iç çekiyor nefes vermiyor soluksuz canlara

Yerlere düşmüş obur kanatlarını ihtişamlı heyecanla çarpan kuşlar
Enerjisi bol merdivenlere bir şey ifade etmiyor gözü dönmüş yokuşlar
Serseri mantığın pençesinde pusu kurmuş yeni yetme buluşlar
Hayatı karartıp toprakla bütünleştiriyor,
Nasıl oluyor da kifayetsiz rüyalara daldırıyor şu mor yürekteki vuruşlar

Aytaç Özkütük
11.12.2007
02.39

9 Aralık 2007 Pazar

İsteksiz Figüran

Yeni yeni açılıyordu kalbimin perdeleri
Yeni oyunculara ihtiyaç vardı sahnede
Ansız bir kararsızlık sarıyordu geceleri
Bir gizemlilik yatıyordu vurulan darbede

Değmiyordu eskisi gibi artık birbirine bakışlar
Kesildi birden, işitilmiyordu muazzam alkışlar
Kulakları sağır eden dinmek bilmez yakarışlar
Tekerrür ediyordu içimdeki al harabede

İlk perdesi fark edilmeden kapandı oyunun
Devamı gelmiyordu gözlerimden akan suyun
Önemi kalmadı anıları dağlayan duygunun
Bir kavga çıktı tam şuramda, hatta bir arbede

Aldım sahnemi, her zaman oldukça başarılı
Gözlerim morla, ellerim kanla boyalı
Saçlarım inceldi, repliklerim beyazlı sarılı
İçin içindim yıkılmış benlikteki türbede

Terk etmemek için son kıvranışlardı bunlar
Unutamadım hala, tükenmiş olsa da umutlar
Ama sen figürandın, asıl seni bekliyordu yollar
Yer kalmamıştı sana bu tek oyunculu hanede

Senin olduğun senaryolar yazamıyorum artık
Repliklerim sözsüz, maskelerimde derin yırtık
Çekil önümden artık, benim oyunumdan çık
Açtığın yaraları hala kapatamadın bu masumânede

Bu son oyundan sonra sahnemden inmen gerek
Sana verdiğim sufleleri yeniden düşünerek
Ağlıyorum ardından, ama huzurluyum sanata hükmederek
Hak etmedin bu âşığı sen, ey unutamadığım yeşil yürek
Kapandı spotlar, söndü eski hayatlar bir tek senin sayende

Aytaç Özkütük
09.12.2007
02.31

2 Aralık 2007 Pazar

Cevap Ver

Moralim bozulmalı mı söyle?
Sebebi ne yaşadıklarımın, daha doğrusu yaşayamadıklarımın
Çevremdeki boşluğun, gündüzün soğuk, gecenin ıssız sularının
Ellerimdeki resim fırçasının sadece renkleri silen işlevinin
Hayata bakınca kuşların hep bir ağızdan kargaya dönüşmesinin
Kaybettiklerini uğraşlarına rağmen yeniden elde edemeyişinin
Yıldızların aydınlattığı geceyi rol yapmadan seyredemeyişinin
İnsanlara kontrolsüz kelimeler söyleyip, gerçekten içerleyemeyişinin
Çocukluğu yaşamadan gençliği elden kaydırıp yitirmişliğin
Sözcüklerin düğümlenip kimseye anlam ifade etmeyişinin
Yalnızlıkla boğuştukça yalnızlığı dost edinmişliğin
Akan sularla hayatı akıntıya kaptırıp ucundan tutamayışın
İsyan etmekten geri duramadığın, içinde yankılanan haykırışın
Sonu gelmez doruklara sonu gelmez ümitlerle tırmanışın
Olanca gücünle dokunup yüreklere yine yalnız kalışın
İçtiğin suyu zehir, yediğin yemeği düğüm varsayışın
Yeni bir ümitle çıkıp yola yeni yürekler arayışın
Bir yılan gibi derini değiştirip her seferinde başa sarışın
Anlayamadığın ama ellerinin kelepçeyle bağlandığı bu yarışın
Vitraydan kalpleri buza çevirmeden içinde tuttuğun söylenmemişliklerin
Kafaya takmadan hayalleri, kâğıtları buruşturmadan sevmişliklerin
Yardımcı olmayan seslerin vurduğu kötekle işitilmişliklerin
Hasret yangınlarını körükleyen fırtınasız şimşeklerin
Oluk oluk akan ama yüreği kirleten berrak suyun
Her seferinde seni kandıran sahte, ikiyüzlü avuntunun
Kimsenin görmediği içindeki ağaçları kökünden söken korkunçluğun
Masumken bile yana yana, alev alev hissedilmişliği suçluluğun
İçine atılmışlığın, saklanmışlığın, silikleşmişliğin,
Gün geçtikçe yollarına serilip hayatına döşek atan ürkekliğin
Dertlerle bozulmuş, sövmelerle ezilmiş, bozuk kişiliğin
Hayatı beze sarıp aldatmak için oynanmış deliliğin
Geceler boyu sızlanıp derin kuyularda fark edilmemişliğin
Kötülük barındırmayan ruhun lanetlenmesi, bir de sevilmemişliğin
Eski yüzünde gülücüklerinin yerine gelen acımasız gözyaşlarının
Temkinli ilerleyen ama faturayı hep sana kesen yaşam sayaçlarının
Sığınılacak sanılıp ateş edilen gri bayraklı düşman limanlarının
Bulunduğu zannedilip bitirilen, bir anda silinen aşk muhtaçlarının
Kalbe sıkıştırılmış, kenarında beklenen dağ yamaçlarının
İnsanların inadıyla beslenen bilinçsiz kötü amaçlarının
Kıymet bilmezliği kadr-i sefaya tahammülsüz gözü açların
Katılaşmış sandığım ama hareketi bitmeyen
Yine yanar sandığım ama dumanı tütmeyen
Saflığın meyanından fırsatları gözetmeyen
Parası var ama içi boş, düdüğü ötmeyen yüreğimin
Bu da geçer diye katlanılan dermansız hayat süreğinin
Etkisi artık kalmadı bu grileşmiş yüz, sıcaklığı unutmuş eller, çarpmayı bırakmış kalp üzerinde
Umutsuzluk karamsarlığı alarak yeniden konuşlandı bu zavallı çaresiz yüreğimde
Söyle haydi söyle, çekinme, moralim bozulmalı mı sence?

Aytaç Özkürük
01.12.2007
02:16

Son

Kapı çaldı aniden girdi içeri
Yoktu yüzü, seçilmiyordu gözleri
Melek değildi sanki, sanki bir peri
Beynimi devraldı
Kalbimi harladı
Kulaklarımda çınladı sözleri:
“Gidiyoruz, bitti şansının süresi”

Aytaç Özkütük
02.12.2007
02:57

İntikam

Silerken bir karalamayı siler gibi insan öbeklerini
Boğazımı düğümlüyorsun dünya
Dile getiremiyorum söyleyeceklerimi

Kalpleri taşa çevirip buz kestirirken bedenleri
Hıçkırıklarla dövüşüyorum dünya
Fark edemiyorum başıma gelecekleri

Acıların üstüne şerbet dökerken, fişeklerken ümitleri
Tadını alamıyorum yaşamın dünya
İfade edemiyorum olup bitenleri

Kirletirken gelinlik edasındaki kâğıtları
Yazamıyorum dileklerimi dünya
Duymazdan gelemiyorum ağıtları

İçerken umutlarla şu meşhur ab-ı hayatı
Kanamıyorum mutluluğa dünya
Görmezden gelemiyorum kötüyü, berbatı

Ey şu koskoca acımasız mavi top
İntikamımızı alacağız
Kork bizden kork…

Aytaç Özkütük
30.11.2007
22:20

Dön Geriye

Efkâr bastı, Güneş battığında, ağır bir efkâr
Kapı hunharca çarptı, terk ettin beni, ah yar
Sığamıyorum vücuduma, dar geliyor yollar
Yüreğim kelepçeli, of ciğerimde yangın var

Hayatım zindan oldu Güneş battığında heyhat
Hala o anı gösteriyordu kolumdaki hüzünlü saat
Acımı dile getiremiyor bile şu hayırsız sanat
Kulaklarım tıkalı, dök zehrini, hadi anlat

Seni görmeyen gözlerim artık mühürlü
Bakamıyor artık eskisi gibi şuurlu
Ruhum bedenimde önünde duvarlar örülü
Yeter ki gel ne onurlu olurum ne gururlu

Şimdi bir tabak var soframda, içi boş
Yağmur yağdı yağacak, hava karanlık, odam loş
Ayakta uyuyorum adeta, hem buruğum hem sarhoş
Sen gittin, sığamam evlere, kimin umrunda ha saray ha varoş

Yağmur bastırdı, duygu seli oldu kalbimde
Oluklarım tıkalı, toprağım geçirimsiz, mazgallarım kapalı
Hadi söyle şimdi kim var benim yerimde
Hala çılgınım hala aşığım; maalesef sensin hatalı

Kapı çarptı çarpalı dokunmadım koluna
Bir adım bile atmadım dışarıya
Bir gün belki dönersin umuduyla
Sokamadım başka yağmurları araya

Kapı kolu bile seni bekliyor “dokun bana” diye
Bükme çiçeklerin boynunu artık, hadi gir içeriye
Yüzüm aydınlanmadı, seni sayıkladım üşüye titreye
Susuyorum artık saygımdan sana ve ebediye
Biliyorum zerre kadar şans yok dönmen için geriye…

Aytaç Özkütük
26.11.2007
04.00

Sevgi

Sevilemeyen sevenlere sevgisini veremeyenler
Sevilmedikleri için şansını zorla başkasında deneyenler
Sevgilinin sinesinde “sensizliği” düşünenler
Serhatları, Sevtapları değil sadece sevmeyi sevenler
Saadeti sevgi sanıp önlerine serilmesini seyredenler
Sınırları aşıp sanrıları geçip sevgi seferlerine çıkanlar
Sevgiler sirkinde salaş sevdalardan kaçanlar
Semalarına seneler boyu biriken silgi tozları saçanlar
Saatlerini senin gelişine senin serabına kuranlar
Sevgilerinin sanını sergiye çıkaranlar
Siz de onlardansanız
Sevgiye muhtaçsınız
Sesi seyreldikçe sevdanın
Sılada sırlı aşka açsınız.

Aytaç Özkütük
25.11.2007
01.52

Bir Başka Dünya

Bir başka dünya var sanki içimde
Yıldızların herkese göründüğü kadar parlak olmadığı
Güneşin her gün ışıltıyla doğmadığı
Ekinoksların yer tutmadığı biçimde

Bir başka sokak var sanki içimde
Evlerinin ışıkları yanmayan
Kaldırımlarında top oynanmayan
Hiç kimsenin dolanmadığı biçimde

Mengeneyle kalbe sıkıştırılmış dertlerin anlatılamadığı
Bulanık yüzlü çocukların gülmekten katılamadığı
Tereddütten kaşların çatılamadığı
Sürülerce insan var sanki içimde

Gözlerine bakıldığında akılları görünen insanlar
Magma gibi yüzeylerine erişen katmanlar
Sıcaklık, şefkat ve aşka arzulanan zamanlar
Yüzlerce, binlerce yalanlar var sanki içimde

Bir başka dünya var sanki içimde
Yalnızca tek bir elin uzatılmasını
Ara sıra varlığımın hatırlatılmasını
Bana da bir tik atılmasını beklediğim biçimde

Bu dünyada yıldızlarım parlak, gözlerim sönük
Şu dünyada gözlerim sağlam, gönlüm dönük
O dünyada gönlüm hoş, içerim yanık
Bir başka dünya
Başka insanlar
Başka yalanlar olabilir mi bana gerçek tanık?

Aytaç Özkütük
25.11.2007
01.30

La Séparation

Sans que je pense à toi toute la journée
Évolution de mon amour ne me laisse pas à penser
Pensées inquiétantes commencent à me déranger
Amour, tout l’amour entre nous est malheureusement dépensé
Rien ne me donne la volonté de continuer à vivre
Arbres tournent jaunes et n’y reste plus une route à suivre
Toutes les choses me moquent, l’ordinateur et les livres
Invitation est entendue du paradis quand je suis ivre
On n’a pas dû se séparer alors qu’on était si amoureux
Ne me délaisse pas s’il te plaît, permets moi d’être assez heureux

Aytaç Özkütük
29.09.2007 // 17.07

İlk "Ay"rılık

Aşkı bir denizin kumsaldaki yazıları sildiği kadar çabuk tükettim
Şiirler yazmayı bıraktım ilk ayrılığımdan sonra
Kendimi yükselip görünmezlerde patlayan balonlara benzettim
Mor bir gölge geçti içimden, sevilmediğimi hissettim

Saftım, kolay aldanıyordum, kırılgandım fark ettim
Maskemi yeniledim ilk ayrılığımdan sonra
Yıldızları içimi yakacak kadar yakından seyrettim
Yine yeni bir yıldız kaydı hayatımdan, umutsuzluğumu resmettim

Kabullenmeye çalışıyordum ama gerçekten mi vazgeçtim
Gözünü boyadım ilk ayrılığımdan sonra
Sıcak Güneş’ten geçip meteorları seçtim
Derin bir delik açıldı yüreğimde, kapatmak için çok gençtim

Tecrübelerin can acıttığını artık sezdim
Çantamı hazırladım ilk ayrılığımdan sonra
Attım yollara kendimi, son umutla yeniden gezdim
Yeni planlar döküldü aklımdan, kurmaktan bezdim

Tüketmeyi hislerime benzettim çünkü çabuk vazgeçtim
Fark ettiğim resimleri seyrettim, içlerinden birini seçtim
Artık gezilerde arayışlarımdan bezdiğimi sezdim
Neden bendim, neden oynanan, yara almak için çok gençtim

Aytaç Özkütük
29.09.2007 // 02.11

Friendship

Friendship used to be discussed everywhere once upon a time
Rings and bells were heard suddenly, people acted a mime
I, said the king, decided to hold a friendship race
Everyone have to participate in and keep pace
No one but the wind and the sun took part in
Damned! , said the sun to the wind, you can easily win
Sure, said the wind; look what I will have done
Hours passed; it could make friends with no one
I will try, said the sun and began smiling warmly
People came near the sun and stayed inextricably

I wonder, said the wind, how you did that
So can you tell me had I done something bad?

Tangling with each other, they went on talking
Happiness, said the sun, more important to people you’re stalking
Everything you did was to damage friendly behaving

So, tell me, said the wind, what the point is
People, replied the sun, expect you to say cheese
Roaming around them doesn’t make you their friends
I advise you to be near them even if your friendship ends
Nobody but you can manage to console the one who repents
Gist of the story is that goodness, smiling makes them your FRIENDS.

Aytaç Özkütük
2005

Telafi

Altıncı hissim yanıltmazdı beni hayallerimde
Feri gitmek üzereydi gözlerinin bunu seziyordum
Fikirlerim donup kalıyordu sessiz ve kalabalık şehirlerimde
Erozyon toprağıydım, silip süpürüp geziyordum
Telafi etmek istiyordum hatamı tüm yanlış seyirlerimde

Bitmemeli bu yangın bu kadar erken
Eritmedi henüz yeteri kadar yüreğimizi
Nefret bizi ayırmayı denerken
İlhamımız aşktı belirleyen geleceğimizi

Aytaç Özkütük
23.09.2007 // 03.09

Plajdaki Hasır Şemsiye

Kıyıda, soğuk suların hemen yukarısında, küçük önemsiz şemsiyelerden sadece biri
Gecenin karanlığında, sabahın ilk ışıklarında, gözlerimizdeki buğuda seçilmiyordu yeri
Rasgele seçtik, oturduk altına, gözlerimizde duman, içimizde ateş, mutluyduk deli gibi
Elektriği bol solgun bir aşka tanık oluyordu plajdaki hasır şemsiye uzun yıllardan beri

Kasabanın ışıkları yanıp sönüyor, dalgaların hışırtısı kuş cıvıltısına dönüyor
Sabahın ilk saatlerinde, mışıl mışıl uykudayken herkes, uykumuz bölünüyor
Bir yerlerde sahur, bir yerde sabah yürüyüşü, ellerim ellerine yöneliyor
Kalbimizdeki berraklığı, buğulu aşkımızı, ilk heyecanımızı plajdaki hasır şemsiye biliyor

Aytaç Özkütük
21.09.2007 // 21.08

Yaprak Dökümü

Yaprak dökümü, sessiz ve edalı
Dinlemez hoyrat ya da sevdalı
Tutumu sert, dili ağdalı
Bir yaprak daha düşer ömrümden

Bir bir söner mumlar ağlamaklı
Ömrün peşinden koşar kaçamaklı
Duygusallığın korkan ahmaklığı
Bir sevda daha geçer gönlümden

Sımsıkı tutunur sevdaya, gözü kara
Kabuk bağlamaz yüreğindeki yara
Ağlamak ister bağıra çağıra
Bir gözyaşı daha akar gözümden

Geceler haram olsa, ateş dolu
Kabul etmez kalp ondan başka yolu
Ayırt edemez, önemsemez sağı solu
Bir nur daha kaçar yüzümden

Şarkılardan sorar teselliyi
Didik dikik arar telafiyi
Yüreğinde kışkırtır ahaliyi
Bir gülüş daha gider sözümden

Fırtına basar gece çökünce
Dalgalar vurur uyku ölünce
Girdaplar oluşur denizi bölünce
Bir aşk daha yiter özümden

Aytaç Özkütük
19.09.2007 // 17.13

Bir Gün Daha

Elim alışmamış ayrılık şiirleri yazmaya
Gözlerim bu kadar yaş dökmemiş daha önce
Vücudum alışkın değil acıyla sızmaya
Bırak canım gözlerine bakayım bir gün daha

Kalbim titremek nedir bilmiyormuş
Ellerim kollarım buz tutmamış daha önce
Aklına gelen düşünceleri sayamıyormuş
Bir gün daha sıcak sesini duymayı diliyormuş

Daha önce ayrılık nedir tatmadı bu delikanlı
Yüreğini burkan olsa da ısıtan olmadı daha önce
Yine de başı dik yürüdü anlı şanlı
Bir gün daha tutayım ellerini, dokunuşları olsa da yalanlı

Yanlışlıklar kumpanyasına katıldı başlarda
Sonucunun bu kadar kötü olacağını düşünmedi daha önce
Senin hatıralarını buldu içtiği suda, yediği aşlarda
Bırak canım bir gün daha göreyim seni gözümden akan yaşlarda

Evet, sevdim seni hem tüm saflığı hem de tüm abartısıyla
Tadını çıkartmak istedim aşk duygusunun sunduğu ezginin
Bitirmek istersen tamam ama yüreğimde ölür doğa deniziyle martısıyla
Bırak canım bir gün daha tadını çıkarayım, farkına varayım bu sevginin

Aytaç Özkütük
18.09.2007 // 20.58

20 Yıl Önce 20 Yıl Sonra

Tam yirmi yıl önce güneş doğduktan dört saat sonra
Kuşlar cıvıldamaya, yapraklar gerinmeye başladığında
Trafik yoğunlaşıp arabalar kornalaşırken yollarda
Tam da bürolarda mesai saati gelip çattığında
Bir bebek ağlaması kırarcasına susturmuş tüm sesleri

Tam yirmi yıl önce yazın bitmesine altı gün kala
Kuşlar göçmeye, yapraklar sararmaya başladığında
Dizi dizi çocuklar okula giderken yollarda
Tam da aylık izinler bitip yeni dönem gelip çattığında
Bir bebek ağlaması yıkmış karanlığı, kesmiş nefesleri

Tam bugün, yazı kışa bağlayan o muhteşem gün
Kararsızlık, devam etmenin verdiği ince bir hüzün
İlkbahar değil, ama cesaretlendiriyor yeniden başlamak güzün
Saçmalıkları unutmanın heyecanı, iki noktası aynada gördüğün yüzün
Bir delikanlı ağlıyor karar verme aşamasında, birbirine karışmış tizleri pesleri

Tam bugün, soru işaretlerinin boynunu kırdığım gün
Güçsüzlüğü belki, ama bir de verdiği güven kendine sözün
Düşünmek ve sağlam bir karar vermek “Hangisi senin özün?”
Cayır cayır yanan ateş mi acıtır daha çok, külleri mi sönmüş bir közün
Bir delikanlı ağlıyor gülmek isterken, tükenmemiş hiçbir zaman hevesleri

Aytaç Özkütük
17.09.2007 // 10.48

Buraya Kadar

Biri çıksa beni uyandırsa
Ya da şaka olduğunu söylese olanların
Sözleri kulaklarımda yankılansa
İntihardan sonra hayatta kalanların

İçimden bir ses buraya kadarmış dese
Ya da delirdiğimi söylese kahkaha atarak
Baksa sevdiklerim, yüzümü görse
Dingin bir şokla, ciğerlerine iğneler batarak

Biri çıksa yanağımı okşasa
Gerçek yapsam tüm yalanları
Birileri hafızamdan silse
Yüreğimde iz bırakanları

Yeni hayata başlayacak olsam
Ya da ayrılsam bu dünyadan ebediyen
Bir daha denesem, Tanrı’dan güç alsam
Çığlıklarımı dindirmeye mütemadiyen

Biri çıksa sevgiyle yüzüme baksa
Ya da alıp götürse beni tüm şefkatiyle
Yüreğime kımıl kımıl aksa
Huzur ve mutluluk tüm hakikatiyle

Biri çıksa bana yardımcı olsa
Haykırmama tüm gerçekleri
Ya da biri gelse bana umursatmasa
Önyargıları, başıma gelecekleri

Üzülmeye gerek yok ki hiç
Mutlu değilim zaten ben burada
Vücudum betonarmeydi, ruhum kerpiç
Dayanamadı, yıkılıverdi Ankara’da

Elveda ailem, dostlar ve SEN
Sen ki hiç kimse tarafından bilinmeyen
Hayat tersine dönerdi benimle gelsen
Sen ki hiç kimse tarafından onay verilmeyen

AYTAÇ ÖZKÜTÜK
13.09.2007 // 22.47

Trikotillomani Vakasının İkinci Fazı

Ani bir korku böler uykumu gecenin yarısında
Görülmezlik sezilir Güneş’in ısıtan altın sarısında
Kendinizi ararsınız yaşamla ölüm arasında
Belki de anlam veremediğiniz bir gönül yarasında

Özneler yüklemlerle uyumsuz olmaya başlar
Çığlığınızla yankılanır dağlar taşlar
İçinizdeki yaralar, sıra sıra leşler
İşe yaramaz çektiğiniz peşkeşler

Kavşağa yaklaştıkça yanıp sönen ışıklar
Mor gözler, kanlı eller oldukça şıklar
Bunu ne şizofreni ne paranoya açıklar
Akıllılardan daha suçsuz kaçıklar

İnkar edilmez gerçekleri kabul etmezsiniz
Kimseye suçsuzluğunuzu belletmezsiniz
İçinizdeki psikopatı belli etmezsiniz
Bırakın yüzü bini, siz elli bile etmezsiniz

Balıklar bir bir ölüyordu. Anlaşılmıyordu nedeni. Denizin rengi her zamankinden biraz daha koyuydu. Yüzmeye çalıştığınız zaman her zamankinden daha fazla tuz geliyordu ağzınıza. Gözlerinizi her zamankinden daha fazla yakıyordu. Daha az zevk alıyordunuz artık bu denizde yüzmekten. Alışmıştınız aslında bu denize. Alıştığınız denizden vazgeçmezdiniz. Bu denizi kimsenin elinizden almasına göz yumamazdınız. Ama yavaş yavaş kendiniz bırakıyordunuz peşini. Suyun tadı artık size cazip gelmiyor, girdiğinizde içine artık sizi serinletmiyordu bu deniz. Aksine yakıyordu sizi, gözlerinizi ve en önemlisi yüreğinizi.

Eskiden hasretle yolunu gözlediğiniz yaz mevsiminin gelmesini istemiyordunuz artık. Sebebi küresel ısınma değildi, aksine sizin içinizde artan hararetti. Artık yorgunduz. Yeni ısı artışlarını, yeni sıcak hava dalgalarını kaldırmıyordu gün geçtikçe yaşlanan yüreğiniz. Klima gerekiyordu belki evinize belki de yüreğinize. İçinizi ısıtan her şeyin içinizden çıkıp gitmesini istiyordunuz. Aynalara baktıkça yüzü kızarmış bir insan, alnından sürekli ter damlayan bir kişi görüyordunuz. Alnınızdan damlayan terler derin oyuklu sivilceler açmıştı yüzünüzde. Yaşlanıyor muydunuz yoksa? Aynaya bakma isteğiniz azalıyordu. Kış gelse de yüreğime bir su serpilse artık diyordunuz.

Yaz kış hangi mevsim olursa olsun geceler düşmanınız olmuştu. Ansızın gelen karabasanlar, uykusuzluk nöbetleri, istemsiz gülmeler... Yorganlar da düşmanlık ediyordu size artık. Öyle ki üstünüze değil yorgan almak, altınıza çarşaf sermek bile terletiyordu sizi. Elinizde olsa hiç uyumayacaktınız. Ama günlerin daha hızlı geçmesi için uyumak tek çarenizdi. Hiç kalkmamak da yardımcı olabilirdi size. Ama bu aşamaya gelmemiştiniz henüz.

Gündüzleri sokakta duyduğunuz çocuk çığlıkları gecenin sessizliğini bölen tren düdüklerini andırıyordu size. Çocukların oynayışları, gülüşmeleri herhangi bir yaşam tadı uyandırmıyordu içinizde. Artık sizden geçmişti, siz içinizden çıkaramadığınız ama içinden bir an önce çıkmak istediğiniz denizinizle başbaşaydınız. İki olasılık vardı. Ya o deniz kuruyacak, ya da okyanusa dönüşerek sizi içine hapsedecekti.

Okyanusların derinliğinden korkuyordunuz bir taraftan. Ama denizin kurumasıyla gelecek sığlık da sizi endişendirmiyor değildi. Çünkü siz yüreğinizin derinliklerinde hayatı sığ olarak yaşamaya alışkın değildiniz. Ayaklarınızın yere basması endişelendiriyordu sizi. Bir yandan da derinleşen duygularınızı bastırmaya çalışıyordunuz. Yani siz de bilmiyordunuz ne yapılması gerektiğini bu iki durum arasında. Bir çelişkiydi belki bu. Belki de bir kararsızlık. Belki de ne istediğinizi bilmiyordunuz.

Kullanmanızı önerdikleri ilaçların benliğinizin yitmesine yol açacağından korkuyordunuz. Siz buydunuz belki ama bu siz miydiniz? Hangi sorunun cevabını arıyordunuz? Bildiğiniz tek şey vardı. Yaşadığınız tarzdan memnundunuz. Sahip olduğunuz bu hayat tarzının sürerliği sizin memnuniyetsizliğinizden geçiyordu. Kaybetmek istemiyordunuz tutkularınızı, çocukluklarınızı ve en önemlisi de sizi siz yapan o duygularınızı.

Yalnız siz mi vardınız bu dünyada? Yoksa başkaları da var mıydı gerçekten? Ya da o başkaları sadece sizi denetlemek için mi vardı bu dikenli tellerle çevrili olan ama amacı korunmak olmayan bu revirde? Dikenli teller çıkmaya her çalıştığınızda ellerinize batıyordu. Acıyla ellerinizi yüzünüze götürüyordunuz. Ve işte sizi siz yapan o acı, o kan yüzünüze yansıyordu. Ne zaman dahası gelecekti bunun? Ne zaman iyilik denizinden çıkıp da kan denizine girmeyi başarabilecektiniz? Ne zaman mutlu olmaktan acı çekmeyi alışkanlık haline getirebilecektiniz? Ya da ne zaman acı çekmekten mutlu olacaktınız? Bir psikopat mıydınız yoksa bir şizofreni hastası mı? Ya da yanlış dünyaya gönderilmiş Tanrı’nın bir hatası mı? Kimdiniz siz? Neydiniz? Tanımlayabilir miydiniz?

Uykunuz bölündüğünde yaşamıyor gibi hissettiğiniz o karanlık anlardan çıkış yolunun yeni tünellere girmek olduğunu bilmiyor muydunuz? Karanlığın size bahşettiği o panoramik görüntüyle yaşamak, kendi planlarınızla mutlu olmak ve Tanrı’nın size bahşettiği yaşamadıklarınızın da zevkini çıkarma gücünden haz duymak değil miydi? İstediğiniz zaman istediğiniz sesi duyuyor istediğinizde istediğiniz kişiyi görüyor ve yine her istediğinizde istediğiniz her anı yaşıyordunuz. İşte bu sizdiniz.

Hayatınıza gelenlerin verdiği mutluluk ya da hayatınızdan çıkanların verdiği üzüntü müydü bu? Yoksa korkmaktan korkmak mıydı ya da mutlu olacağınızı bilmenin verdiği mutluluk mu? Kısacası yaşadıklarınızı hepsi sadece bir odaklanmadan ibaretti. Neye odaklanıyorsanız onu yaşıyordunuz. Ama ne yaşarsanız ona odaklanamıyordunuz. Odaklandıklarınızdan birini yaşamadığınız zaman, yaşam hiçbir anlam ifade etmiyordu sizin için. Gerçekten seviyor muydunuz? Yoksa sevmeyi mi seviyordunuz? Gerçekten üzülüyor muydunuz? Yoksa üzülmeyi mi seviyordunuz? Çözememiştiniz kendinizi.

Bir de toplumun size dayattıkları vardı. Hani sen şöylesin dediklerinde öyle olmasanız bile belirli bir zaman sonrasında aklınızı kurcalayan dayatmalar. Olmayanı olur yaptıran dayatmalar. Hayatınızı dayatmalara göre şekillendiremezdiniz. Aslında hayatınızı siz şekillendiremezdiniz. Söylediğiniz pembe yalanlar yerini gittikçe koyulaşan bir mora bıraktıkça kendi gözlerinizdeki rengin de farklılaştığını hissediyordunuz aynaya baktığınızda. Ama ne fayda? Alışkanlıklarınızdan vazgeçemeyen siz kendinizi kolay da kaptırıveriyordunuz. Ama bu sefer böyle olmayacak demiştiniz yine. Her zaman söylediğiniz gibi. Bakalım bu sefer gerçekten böyle olmayacak mıydı?


Aytaç Özkütük
05.09.2007
16.16

Yüksek Tansiyon

Sol yanımda bir yazlık rezervasyonu
Anlam verilmeyen gözyaşı dehidrasyonu
Kalbimin mutlulukla satürasyonu
Unutulmuş acıların enflamasyonu

Yeni bir durak yeni bir istasyon
Hayatıma yeni tarz, yeni dekorasyon
Geçirilen duygusal operasyon
Yaşadıklarım ne atmasyon ne de imitasyon

Derinliklerde güm güm eden perküsyon
Daha ne kadar sürecek bu transisyon
Mutlulukla karışık bir obsesyon
Genlerimde var olan bir “DELESYON”

Aytaç Özkütük
04.09.2007
23:20

Eski Bir Anı Silindi Defterimden

Bakma boşuna eski anı defterlerine
Silinmiş hatıralara, mutlu günlerine
Önünde seni bekleyen koca bir yalnızlık
Seni arkandan bıçaklayan bir acımasızlık
Göçme zamanı geldiyse konukevinden
Anlam ifade etmiyor yokluk ya da varlık
Korkutmuyor seni çokluk ya da azlık

Bir bir damlalarla aktı yaşadıkların gözlerinden
Hala umutlu musun hayatın avutan sözlerinden
Bir kez daha dese sana, bir şans daha verse
Önüne laleler, güller, papatyalar derse
Kurtulabilecek misin duygu sellerinden
Alabilecek mi seni Azrail’in ellerinden

Aldanmak çok kolay güzel sözlere, vaatlere
Ne ifade ediyor sana dünya baktıkça saatlere
Geçen zaman mı yoksa sen misin
Hayat için bir leke mi yoksa bir desen misin
Üzüleceksin kendini kaptırdıkça dertlere
Tabureye vuran mı yoksa ipi kesen misin

Dinleme onları, onlar seni kandırıyor
Sesleri bir yarin sesini andırıyor
Sevenlerin üzüldüğü günlerden bir gün
Fark eder mi yaşananlar ha yarın ha dün
Sana hala dünyayı cennet sandırıyor
Çileler kalbinin yağına ekmek bandırıyor

Gel etme tekrar düşün gitmeyi
Tanrı’nın bahşettiği bu yüreği itmeyi
Önemseme başlamayı bitmeyi
Bekleme bu son durakta ıssızlıkta
Perilerin ıslık çaldığı karanlıkta
Bırak kalbini hayata yem etmeyi
Bırak hayatı cennete benzetmeyi
Bırak yaşamın tadını gözetmeyi
Düşün bir de ölümden söz etmeyi
O sonu gelmez hakiki yalnızlıkta

Aytaç Özkütük
03.09.2007
23:29

Mesafeler

Mesafeler, mesafeler
Acı veriyor gitmeler
Uzaktan sevmeler
Mesafeler, mesafeler

Uzaktasın, uzakta
Yalnızım yine yatakta
Kalbim ağır atakta
Hislerim derin batakta

Vazgeçmem asla senden
Bende aşkın bitmeden
Önemsiz gelen giden
Çıkmıyorsun içimden

Mesafeler, mesafeler
Önemsiz hurafeler
Lazlar ve efeler
Sabitlendi kefeler

Yakındasın, yakında
Bana bir bakın da
Görün kalbim akında
Uzun yollar hakkında

Önemsiz mesafeler
Koymuyor gitmeler
Sen içimde oldukça
Tüter hep bu baca

Mesafeler, mesafeler
Acı veriyor gitmeler
Uzaktan sevmeler
Mesafeler, mesafeler

Mesafeler, mesafeler
Önemsiz hurafeler
Lazlar ve efeler
Sabitlendi kefeler


Aytaç ÖZKÜTÜK
31.08.2007 01:34

2077 Hatıraları

Evin derinliklerinde, el değememişliklerinde bulunan küçük bir sim kartı gözlerinde merak uyandırmıştı. Şaşkınlıkla karışık yaşadığı, ad bile veremediği bu duygu gözlerinin parlamasına, gözbebeklerinin gittikçe büyümesine neden olmuştu. Yıllar önceki hayatından kalma, ona yaşadıklarını hatırlatabilecek bir işaret olmalıydı bu. Üzerinde ne yazdığını okuyamadı, çünkü yazısı oldukça silinmişti. Tarih yine tozlandırmış hatırları her geçen dakikayla diye düşündü. Şifresini hatırlıyor muydu acaba bu küçük kartın? Denemekten zarar gelmezdi. İki gün önce aldığı, ekranı cıvıl cıvıl, renk renk olan telefonunu eline aldı. Mevcut hattını çıkardı ve elleri titreyerek ona geçmişi hatırlamasında yardımcı olabilecek o küçük kartı hazneye yerleştirmeye çalıştı. Uzun bir uğraş vermesi gerekti. Hazne o kadar küçüktü, 90 yaşında Parkinson hastası olmasına rağmen kartı elinde tutmayı başarmıştı. Sonunda kartı yerleştirmeyi de başardı. Ama hatırlıyor muydu şifresini? Bu soru aklını kurcalıyordu. Derken bir anda telefonu elinden düşürdü. Az işiten kulaklarına bir cam kırılma sesi geldi. İçi titredi elleriyle beraber. Yeni aldığı telefonu yoksa çöp kutusuna mı yolcu edilecekti? Sonra aklına kendi geldi. Kendi de yolcu edilecekti yakın zamanda bir çöp kutusuna. Mezarlık için bu deyimi kullanıyordu. Bunları düşünürken bir anda unutuverdi ne yapacağını. Unutkanlık uzun zamandır çalmamıştı kapısını. Kendini büyük bir boşluk içinde hissetti. Ama toparladı hemen kendini; çünkü bu çok önemli bir konuydu onun için. Telefonu titreyen dizlerinin üzerine çömelerek yerden aldı. Ekranının çatladığını, yanan ışıkların renklerinin soluklaştığını gördü. O hiç vazgeçmediği mor silinmişti ekrandan. Önemli değildi. Açma düğmesine bastı. Şifreyi bekliyordu. Sorgu ekranı geldiğinde şıp diye hatırlayacağını düşünüyordu. Ama yolunda gitmeyen bir şeyler vardı sanki. Sorgu ekranı gelmedi. Telefon açılmaya devam etti. Yıllat önce kullandığı hatta bir şifre koymamıştı demek ki. Bunun pek de önemi yoktu aslında. O hat çoktan geçerliliğini yitirmişti zaten. Ama telefon rehberine bakmak, geçmişte yazdığı mesajları okumak için can atıyordu. Rehbere girdi. Yalnızca bir girdi vardı koskoca rehberde. Bu yalnız olduğunun göstergesi miydi? My dear yazıyordu kişinin adı olarak. Yıllar önce uzmanı olup üstüne tezler yazdığı yabancı dillerden eser kalmamıştı hafızasında. Ne demek oluyordu bu? Evet, şimdi hatırlamıştı. Bu güzel bir sözdü, bir sevgi sözü. Gelen mesajları gördü. Gözlerindeki sorun nedeniyle mesajlardaki küçük yazıları okumakta zorlanıyordu. Ama kendini zorladı, bunu başarmalıydı. Neler olduğunu, rehberine bir sevgi sözcüğüyle kaydettiği bu insanın kim olduğunu ve yıllar sonra anlamsız bir şekilde evde dolaşırken onu geçmişi hatırlatacak olan bu kartı bulmaya iten gücün ne olduğunu çok merak ediyordu. Devam etti okumaya çalışmaya. Gözlüklerini aldı eline, beceremedi yine. Evde bir büyüteç olacaktı diye düşündü. Dolaplarda saatlerce büyüteci aradı. Hava kararmaya başlıyor, büyüteci bulamazsa mesajları okuyabilme olasılığı da bugün içi imkânsızlaşmaya doğru gidiyordu. Ama bulmalıydı. Ve sonunda azminden bu da kurtulmadı. Çatlak camlı bir büyüteç buldu yatak odasındaki çekmecelerinden birinde. Bunun işini halledeceğini umdu ve hemen salona koşar adımlarla ilerledi. Telefonun olduğu yere doğru yönelmeye çalıştı ama “Hay aksi” dedi yüksek sesle. Çünkü telefonunu nereye koyduğunu hatırlamıyordu. Aradı, aradı, aradı. Mutfağa gitti bu sırada. Aniden karnının a. Olduğunu, bir şeyler yemezse fena hissedeceğini düşündü. Buzdolabını açtı. Ama hiçbir şey yok. Kim yemişti bu kadar yemeği. Oysaki dün o kadar doluydu ki dolap. Dolabın raflarını iyice inceledi az da olsa yiyecek bir şeyler bulabilmek için. Raflardan birinden garip bir ışık huzmesini süzüldüğünü görünce birden şaşırdı ve geri çekildi. Neydi bu? Bir şaka mı? Ama yıllardır ona şaka yapabilecek biri bir yana onla konuşabilecek bir kişi bile yoktu yanında. Bu düşünceleri bir kenara bıraktı. Yine geçmişe yönelmesi gerektiğini hatırladı. Telefonu aramak için gelmişti mutfağa. Bir anda dank etti. Bu garip ışık huzmesi buzdolabına nasıl girdiğini bilmediği telefonundan geliyordu. Telefonu eline aldı. Rüya görmüş olup olamayacağını düşündü. Rehberi kontrol etti. Neyse ki birkaç saat önce telefonda yaptığı her şeyi hatırlıyordu. Cebine koyduğu büyüteci çıkardı ve yeniden mesajları okumaya çalıştı. Onlarca mesaj küçük kartın hafızasında okunmak için bekliyordu. İlk mesajı büyük bir heyecanla açtı ve okudu. Kulaklarının da duymasını istiyordu okuduklarını. Ama az işiten kulaklarıyla duymak için biraz bağırması gerekiyordu. Biraz daha gayret etti. Evet, duyuyordu artık kendini. Çok şaşırmıştı. Gözlerine ve kulaklarına inanamıyordu. Yoksa yine bir yanılsama mıydı bunlar beyninin ona daha önce de oynadığı oyunlar gibi. Hayır, sanıyordu ki bu sefer bunlar gerçekti. Kendine gelmek için titreyen ellerine yüzüne birkaç tokat yapıştırdı. Kendine gelmişti sonunda. Heyecanlanmıştı da. Kalp çarpıntısı artacak gibiydi sanki. Ama birden bir fısıltı duydu. “Sakin ol, bunu atlatacağız, ben hep yanında olacağım.” Birden kendini yirmi yaşında gibi hissetti. Terk edilmiş bir çocuk gibi ağlamaya başladı. Ama yirmi yaşında terk edilmiş bir çocuk olamazdı. O yaşta terk edilse de ağlamazdı. Farklı bir şeyler oluyordu. Farklı şeyler hatırlıyordu. Birden hatırladıklarıyla ve hatırlamak için çabaladıklarıyla okuduğu mesajlar arasında bir bağlantı kurmaya çalıştı. Okuduğu ilk mesajda “Kusura bakma, yanlış otobüse binmişim, biraz daha geç kalacağım, 10 dakikaya oradayım” yazıyordu. Bu birden yüreğinde fırtınalar kopmasına, gözlerinin önüne yetmiş yıl önceki halinin gelmesine neden oldu. Ama neydi bu kadar etkileyen onu. Evet yavaş yavaş gözlerinin önünde canlanmaya başlamıştı olaylar. Bir pastanenin önünde bekliyordu. İnsanlar gelip geçiyor, oysa hiçbirini tanımıyordu. Şüpheli gözlerle baktığını hatırlıyordu. Evet, evet tanımadığı bir şehirdi bu. Sanki daha önce birçok kez bulunduğu ama kendi başına ilk kez gittiği bir şehir. Mesajların devamını okudu. Tarihlere dikkatlice baktı. 2007 yazıyordu hepsinin yanında. Oysa şimdi 2077 yılıydı. Acınacak bir durumda olduğunu düşündü kendi kendine. Sonra kafasını kaldırdı, yukarı baktı. Tavandan aşağı sarkan ve ışıklar saçan avizelere. Onlar da yetmiş yıl öncesinden kalmaydı. Onlar hala ışık saçabiliyorlardı. “Ben neden saçamayayım ki?” diye geçirdi içinden. Ama kafasını dağıtıp odaklandığı konudan uzaklaşmak istemiyordu. Mesajlar hakkında bir şeyler hatırlamaya çalıştı yeniden. Uzun uzun baktı ve düşündü. Şiirler, İngilizce yazılar, sevgi sözcükleri, dertleşmeler buldu içinde. Aşıktı bu insana galiba yıllar önce. Ama çıkartamıyordu bir türlü çehresini. Pes etmek üzereydi artık. Uyku saati geçmişti bile. Yalnızlığının verdiği bir ıstırapla, titreyen dizlerine rağmen tuttuğu hızlı bir tempoyla odasına doğru ilerledi. Birden hayretle arkasına döndü. Uzun zamandır duymadığı bir ses duymuştu. Kapı ziliydi bu. Bu saatte zil mi çalıyordu? Birden dilencinin tekidir diye umursamadı. Ama ısrarlı bir biçimde çalmaya devam ediyordu zil. Korktu, açmak istemedi ve odasına geri döndü. Kapıdan gelen şıkırtılar kapısının zorlandığını hissettirdi ona. Ama kapının açılma sesi geldiğinde, kapı henüz o kadar zorlanmamıştı. Kulakları az işitiyordu, ancak o yıllar öncesinden kalma ahşap kapının çıkardığı gürültüleri duymamasına imkan yoktu. Gerçi kendi de epeyden beri dışarı çıkmıyordu. Unutmuştu kapı sesini. Birden uykuya daldı, korkuyla karışık bir şaşkınlık içinde. Yaşlılığın verdiği o sürekli yorgunluk hissine yenik düşmüşken birden eski ahşap basamaklarda birinin yürüdüğünü düşündü. Doğru düşünmüştü. Kapısının önünde bir gölge gördü. Ölüm korkusu vardı elbette. 90 yaşına gelmişti çünkü. Ama eninde sonunda ölüm yakındı. Ne de olsa bundan sonra yaşayacağı bir on yıl daha olduğunu düşünmüyordu. O nedenle korkmaktan vazgeçti. Bir gün evde ölü bulunmasıyla bir cinayete kurban gitmesi arasında bir fark yoktu onun için. Bunları düşünürken kapı yavaş yavaş aralanmaya başladı. Önce bembeyaz saçları gördü, ardından o sarışın yüzü. İçeri gelenin bir erkek olduğunu anladı. Tanıyamıyordu yüzünü. Yabancılara benziyordu çünkü. Yemyeşil gözleri vardı. Yaşlılığın verdiği gözlerdeki sululuk gözlerinin rengini biraz da fazla ön plana çıkarmış olsa gerek diye düşündü. Kendisinden daha yaşlı görünüyordu bu adam. Yavaşça yanına yaklaştı. “Bugün nasılsın?, Geciktim kusura bakma, yanlış otobüse binmişim” dedi. Kimdi bu? Nereden tanıyordu onu? Evine nasıl girmişti? Bu şaşkınlığı fark etmişti diğer yaşlı adam. Hemen bir terslik olduğunu anladı. “Yoksa bugün ilaçlarını almayı unuttun mu?”

Aytaç Özkütük
29.08.2007
00:31

İçgüdüm

Eksi seksen dörtle yanıyorum
Hayat yeni başlıyor sanıyorum
Hep yarınlara kanıyorum
Ölüm kapıda aldanıyorum
Yaşama sıkıca bağlanıyorum


Aytaç Özkütük
28.08.2007
15.30

Love At First Sight

My emotions on one side
They sting me and they bite
I ordered my heart for you to fight
Other than you who else might
I loved you at first sight

When I look in your eyes
All the sadness I have dies
Be closed for sorrowful byes
You taste like sweet apple pies
I loved you despite lows and highs

I changed my daily deems
Listen to my heart’s strong beams
Inside me there are emotional teams
So strange our love seems
I loved you in my dreams

I’ve become your slave
Am confused about how to behave
I’m in darkness as though in a cave
There’s something that you should save
Don’t give back my heart that I gave

Aytaç Özkütük
28.08.2007
00:04

Kesik Kesik Kesitler

Ben:

Sözlüklerde araştırdım ama bulamadım anlamını
Doktorlara sordum bir cevap bile veremediler
İnceledim gürgenini, cevizini, çamını
Ayırt edemedim diğerlerinden bu hayat kavramını

Kuru ve soğuk sokaklara çıktım geceleri
Bekçilere sordum bir cevap bile veremediler
Belki bilirler diye ziyaret ettim nineleri, dedeleri
Nereden alıyordu kaynağını bu hayat dereleri

Okula gittim yıllarca öğrenmek için geçinmeyi
Öğretmenlere sordum bir cevap bile veremediler
Nedendi bilmiyordum, ama alışkanlık edinmiştim çekinmeyi
Bu hayat yokuşundan çıkmıştım bir kere, bakalım becerebilecek miydim inmeyi

Arkadaşlar edindim yalnızlığı başımdan savmak için
Dostlara sordum bir cevap bile veremediler
Var mıydı gerçekten ruh, peri, huzur ve cin
Ey hayat, rahat mı ben senle uğraşırken senin de için

Kitaplar okudum ayak uydurmak için zamana
Romanlara sordum bir cevap bile veremediler
Kurgu muydu yaşadıklarımız yoksa küçük bir saman mıydı koca bir harmana
Ey hayat belli ki acılarla besleniyordun, ama senin de ihtiyacın vardır elbet dermana

Şiirler yazdım ölüm hakkında, aşk hakkında
Dizelere sordum bir cevap bile veremediler
Zengin uyaklar olarak mı yoksa önemsiz redifler olarak mı yazılıydık biz alında
Hayat konu olmuyordu şiirlerimize ve meydan okuyordu kendi çapında

Farklı farklı diller öğrendim farklı farklı ailelerden
Turistlere sordum bir cevap bile veremediler
Neydi bizi bu yaşama sevincine çeken
Yoksa hayat randevuyu iptal mi etmişti biz beklerken

Saatlerce uyudum, rüyalar alemine daldım
Halüsinasyonlara sordum bir cevap bile veremediler
Bu yaraları bedenime mi yoksa ruhuma mı aldım
Yapma be hayat, yoksa yine mi sınıfta kaldım

Hayat:

Çözümüm çok basit aslında görüyorsan eğer kendini şu aynada
Önce git yüzünü yıka, sonra da güzel bir duş al şu banyoda
Merak etme hiçbir şey değişmeyecek sen gittikten sonra da
Ama şunu bilmen lazım: İşte hayat benim, önemi yok sen ne yaşarsan yaşa orada

Yanlış kişilere sormuşsun cevap bile verememişler
Yanındakiler arkandakiler sana yalan söylemişler
Kendine sorsaydın bu hayatın anlamını eğer
Aynadan çıkıp da bir adam sana şunları der:

Hey işte benim hayat, ben bildiğin ayna
Yaşadığını anlarsın her gün bakarsan bana
İyi değerlendir her göz atışını bu sırlı garip cama
Biraz dur ve düşün neler anlatmak istiyor sana

Varsın, ne olursa olsun buradasın
Düşüncelerin beynine, duyguların kalbine varsın
Bazen güzel bir ilkbahar çiçeği, bazense tertemiz bir karsın
Kimine bir hasım, kimine yaren, kimine de bir yarsın
Hayatı anlamak içinse şunu bilmen ve tekrarlaman gerek
Ne yaşarsan yaşa, ne hissedersen hisset iyi ki varsın…

Aytaç Özkütük

Kaçıncı Mevsimi Yaşıyorum

Güneş gibi parlayan gözlerin dokunuşlarını çektiğinden beri gözlerimden
Yazım kışa dönmüştü, baharım güze, öyle ki üşüyordum serinliğinden
Sıcak bir yuvada şömine başındaymışım gibi ısıtıyordu kalbin içimi
Zor bir karardı bu elbette, gitmek, kalmak, yapamıyordum seçimi

Yemyeşil denizlere dalıyordum hayatımı aydınlatan gözlerinle
Belki de beni itmemek için mücadele veriyordun kendi ellerinle
Bazen ruhumu okşuyor, bazense dövüyordun beni sözlerinle
Besliyordun ruhumu titizlikle baktığın gitar tellerinle

İlkbaharın arılı, kelebekli ezgilerini duyuyordum kışın
Denizden gelen dalga sesleriyle martılar ve senin ay ışığın
Toplamak sarı yaprakları yerden ve bir zevk verdiği buna alışılmışlığın
Doğanın bakireliğine ve donmuş sulara rağmen yüksek tuttuğun aşk ısın
Bitmiyor ve tekrar ediyor seninleyken, güzün, kışın ve tabi ki de yazın
Haydi bakalım kaderimize beraber, kesişmiş mi benimkiyle senin de alınyazın

Aytaç Özkütük
23.08.2007 01.00

Aşka İlk Adım

Buğulu bir güneş gecenin karanlığını delmeye çalışıyordu
Aşk karşıma çıkalı iki hafta olmuştu
Özlemin önce içimi titretti sonra da feci halde yordu
Yine de kalbim sığınacak bir liman bulmuştu

Uzun zaman aşksız kalmanın verdiği hasret
Onun uğrunda sarf ettiğim muazzam gayret
Gönül mantığa diyor ki sabret
Ağlayamadım ama gözlerim dolmuştu

Mesajlar geldi, telefonlar çaldı
Her aradığında yanaklarım al aldı
Senden geriye hem aşk hem de hasret kaldı
Bu âşık kendini sunaklara sunmuştu

Uzaktı sevgili kilometrelerce
Çare bulmak istiyordum ayrılığa günlerce
Soru işaretleri vardı kafamda binlerce
Bu âşık muhteşem bir gelecek ummuştu

Bana verilen değeri hissederken bir yandan
Sevmiştim ben de onu hem candan hem kandan
Tek bir cevap almak istiyorum yaradandan
Neden onu benden uzağa koymuştu

Süzülüyordu kararsızlığın sesinden
Sevgimi çıkartamıyorum en derinden
Gözlerimse bakıyordu vücudumun en güzel yerinden
Kalbim işte bu kadar kısa sürede senin olmuştu

Ey aşk, ey sevgili
Gir kalbimin derinliklerine, bu kalp perili
Harikalar diyarı gözlerinin önünde serili
Bu âşık uğrunda saçlarını yolmuştu

İmkânsız aşk bu ben de biliyorum
“Heyt seviyorum be” diyemiyorum
Sonumuz ne olur bilemiyorum
Ama hep aklında kalsın
Seni çok seviyorum

Aytaç Özkütük
19.08.2007
01.09

Aşk Ölümü

Ayrılık bu sefer ağırlığını fena hissettirdi üzerimde
Çıktın karşıma yeniden alışmışlığın son demlerinde
Sevmiştim, biliyordun, ben de sevilmiştim belki de
Ama unutma ne sen yalnızdın ne ben, bizdik yalnız olan.

Hareketsizce durup sessizce konuşman yakıyordu yüreğimi
O gün, hani demiştin ya bu son elveda diye, işte o gün söküp aldın ciğerimi
Artık yaşamak ağırdı, yalnızlıktan kaçarken mezarımı kazıyordum almıştım elime küreğimi
Ama unutma, ne sen beni terk ettin ne ben seni, bizdik terk edilen.

Gözlerindeki tazeliği görmüştüm çakmak çakmak baktığın gün bana
Şimdi belki lanet okumam gerekiyor seni benden alan o ana
Boş boş yürüyorum sokakta her gün, her gece melül melül bakıyorum tavana
Ama unutma ne sen beni kandırdın ne ben seni, bizdik kandırılan.

Şu an hala nerede olduğumu, nasıl yorgun olduğumu kavramaya çalışıyorum
Seni kaybetmeme uğruna verdiğim savaşta hiç önemli değil yorgunluğum
Bugün belki biraz sisli, belki biraz içerli, belki de biraz buruğum
Ama unutma ne sen beni üzdün ne ben seni, bizdik üzülen.

Cilveleşen hayatın zincirlerini kıramadık beraber
Yürüdük bu yolda yan yana ama sonumuz yine derbeder
Bu acıyı da atlatırız canım, Tanrı mutlaka yardım eder
Ama unutma ne sen beni kırdın ne ben seni, bizdik kırılan.

Sen bilmiyordun anlatılanların sahteliğini
Bu sefer okuyamamıştın içimden geçenleri
Anlaşmazlıklar işaret ediyordu aşkın sonuna gelindiğini
Ama ne sen beni bitirdin ne ben seni, bizdik bitirilen.

Şimdi üzgünsün, ağlıyorsun belki de benim gibi
Önemi yok ben çoktan affettim seni
Sense gururunla ne arayabiliyordun ne de unutabiliyordun bu beni
Ama unutma ne sen beni unuttun ne ben seni, bizdik unutulan.

Sabah kalktığımda bir şeyler eksikti evde, fark ettim
Sen yoktun, ben de yoktum, koşarak aynaya gittim
Aynada kendini görememekle beraber ben de bitmiştim
Ama unutma ne sen beni sildin ne ben seni, bizdik silinen.

Öğrendim ki sen ve ben artık yokuz bu dünyada
Gittikçe artıyordu hasretlerimiz sonu gelmeyen bu rüyada
Fark ettikçe gecenin aydınlığını o muhteşem deryada
Biliyordun ne sen beni yarı yolda bıraktın ne ben seni, bizdik yarı yolda bırakılan.

Sessizlik çöktükçe aşılan duvarlar görülüyordu hala daha
Bir ses geldi, senin adını söylüyordu yankılanan salada
Gelemedim yanına, öpemedim seni son kez yattığım için o derin sahada
Öğrenmiştim artık ne sen beni tükettin ne ben seni, bizdik tüketilen.

Aytaç Özkütük

İtiraf/zım Var

Geçmişi düşünürken, hatta resimlere bakarken bir şeyler yazma ihtiyacı hissettim yine. Meğer insan kendini tanıyamadığı zaman ruh hali bambaşka oluyormuş. Unutulmuş saflıklar bugünün ahlaksızlıklarına dönüştüğünde aradaki farkı anlamak da bir hayli zor oluyormuş. İşte size bu farkı anlatmaya çalışayım kısa bir hikâyeyle:

Saflığın doğumu biraz sancılı geçmiş, ailesi yıllardır istediği saflığın doğumu için çok uğraşmış. Bir yıl, iki yıl, üç yıl… Dördüncü yılda mutlu haber gelmiş. Anneliğin timsali saflığa hamileymiş. Çok istiyormuş bir çocuğu olmasını. Saflığa gebe kalma sürecinde olduğu gibi, onun doğumunda da zorluk yaşanmış. Annelik saflığın doğması için bıçak altına yatmayı kabul etmiş ve her türlü fedakârlığı da göze almış. Bu fedakârlık hayatı da olabilirmiş. Saflık doğması gereken günden birkaç gün sonra doğmuş. Anneliği şaşırtmış bu durum. Yalnız annelik mi? Çevresinde bu saflığın gelmesini bekleyen daha birçok aile bağı varmış. Tüm duygular saflığın doğumuna odaklanmış. Saflıksa sanki bu dünyada yeri olmadığını biliyormuşçasına her seferinde zorluk çıkarmış anneliğe ve aile bağlarına. Gelmemek için tüm yolları denemiş. Ama ısrarcılık sonunda dünyaya gelen diğer saflıklar gibi o da küvezinde yerini almış.
Mutluluk ve paylaşımın saflığın gelişimini sağlayacağını düşünmüş aile bağları. Onu sımsıkı sarmışlar, her şeyden korumuşlar. Adeta onu cam bir vitrin içine almışlar. O kadar seviyorlarmış ki bu saflığı.
Yıllar geçmiş aradan. Saflık kendi bilincine varmaya ve yaşama dahil olmayı istemeye başlamış. Ama ne yaptıysa olmuyormuş. Ne zaman bir diğerinin yanına gitmek istese, ne zaman konuşmak istese bir şeyin onu engellediğini hissediyormuş. Yeni bir arkadaş edinmiş saflık. Bu yeni arkadaşın adı çekingenlikmiş. Bu arkadaşla tanışması, onu diğer arkadaşlarıyla zaman geçirmesinden ya da başka arkadaşlara sahip olmasından alıkoymuş. Çekingenlikle tanışan saflık, arkadaşlıkla tanışmayı böylelikle uzun bir süre ihmal etmiş.
Zaman geçmiş yine aradan. Çekingenlik saflığı rahatsız etmeye başlamış bir süre sonra. Uyuşmuyorlarmış artık. Çünkü çekingenlik saflığı hiç rahat bırakmıyormuş. Kesmek istemiş çekingenlikle arkadaşlığını. Zor olmuş ilk başta bunu sonlandırmak. Çekingenlik bu dostluğun bitmemesi için elinden geleni yapmış. Ama sonunda bu seferlik saflık kazanmış.
Çekingenliksiz geçen zamanlarında saflık yeni bir arkadaş edinmiş kendisine. Yalnızlık. Çünkü çekingenlikle ayrılması onun yapayalnız kalmasına sebep olmuş. Yalnızlığı da sevmemiş, onla da ilişkisini kesmek istemiş ama bu çekingenlikle ayrılışı kadar kolay olmamış onun için. Daha yalnızlıkla arkadaşlığını bitirmeden korku ve umutsuzlukla tanışmış. Saflık ne zaman çekinse, çekingenliği arayamayacağı için hep korkunun veya umutsuzluğun arkasına sığınmış. Güvenmiş onlara. Belli bir süre geçtikten sonra da onları sevmeye başlamış.
Daha sonra olgunlukla tanışmış saflık. Olgunluk saflığın arkadaşlarını his tasvip etmediğini söylüyormuş ona. Bir an önce onlardan kurtulmasını istiyormuş arkadaşının. Saflıksa önceleri bunun gerçekten gerekli olduğunu idrak edememiş ama daha sonra anlamış yeni arkadaşının haklı olduğunu. Olgunluk çoğu zaman arkadaşını diğerlerinden de korumaya çalışmış. Mesela hırsın saflığın yanına yaklaşmasını istememiş. Ama saflık bu sefer dinlememiş olgunluğu. Bir denemek istemiş. Hırs sayesinde başarmış birçok şeyi. Aşmış bazı korkularını. Hırs sayesinde güvenle tanışmış. Bunu gören olgunluk da saflığın hırsla ilişkisini kesmesini ama hırs sayesinde edindiği arkadaş olan güvenle yoluna devam etmesi gerektiğini söylemiş ona. Çünkü olgunluk güven olduktan sonra hırsın bir seviyede yok olması taraftarıymış. Mantıklı gelmiş bu düşünce saflığa. Böylece hiç hesapta olmayan mantık isimli yeni bir arkadaşla daha tanışmış olmuş.
Saflık gün geçtikçe yeni arkadaşlarla tanışıyor; fakat çok fazla arkadaşla tanıştığı için hepsinin ismini hatırlayamıyormuş. Bu yüzden yeni tanıştığı arkadaşları bir grup olarak değerlendirmiş ve onlara duygu adını vermiş. Duygu grubuyla geçirdiği günler ona farklı tatlar yaşatıyormuş hayatında. Ama bir gün bir şeyin eksik olduğunun farkına varmış. Bu farkına varma sırasında yanına özlem gelmiş.
Özlemle geçirdiği günler ona çekingenliği ve çekingenlik nedeniyle elinden kaçırdığı arkadaşlık ve canlılığı hatırlatıyormuş. Anlamış saflık özlemin aslında bir işaret olduğunu. Çünkü saflık arkadaşlığa özlem duyuyormuş. Özlem bu konuda ona hiç yardımcı olmamış, hatta sinsilikle bir plan yaparak onu hasretle tanıştırmış. Hasret beraberinde saflığın arkadaşlıktan çıkardığı umutsuzluk ve yalnızlığı da beraberinde getirmiş. Şaşkınlık da eklenmiş bunlara bir süre sonra.
Vazgeçmiş saflık özleminden. Özlemin gitmesiyle diğerleri hep birlikte ortadan kaybolmuşlar. Yanında sadece inanç kalmış saflığın. Daha önce hiç farkına varamadığı ya da varıp da vardığını bile unuttuğu inanç. İnanca baktıktan sonra aynaya bakmaya gittiğinde karşısında ahlaksızlığı görmüş. Bu onun utançla tanışmasına vesile olmuş. Utanç beraberinde pişmanlığı getirmiş. Ama saflık inançtan feragat etmek istememiş. Uğraşmış çok. Uğraşıları sırasında da çabayla tanışmış. Ama ne fayda! Alışkanlık karşısına ilk çıktığı andan itibaren hayatında hiçbir şeyi değiştirme şansı kalmamış saflığın. Değişen tek şey varmış hayatında: Saflık, saflık olmaktan çıkmış. Asıl arkadaşının alışkanlık olduğunu ve annelik, fedakârlık, aile bağları, zorluk, ısrarcılık, çekingenlik, yalnızlık, korku, umutsuzluk, hırs, güven, mantık, özlem, hasret, sinsilik, şaşkınlık, inanç, ahlaksızlık, utanç, çaba ve pişmanlıkla tanışmasının onu arkadaşlıktan daha da uzaklaştırdığını görmüş. Ona arkadaşlık edenlerin amacının saflığının bitirilmesi olduğunun farkına varmış. Yaşadığı buruklukla adını değiştirmek isteyen saflık; pişmanlık, alışkanlık ve yalnızlık arasında kararsız kalmış ve çözümün adını KARASIZLIK olarak değiştirmek olduğuna karar vermiş.

Kararsızlığın saflığa dönüşmesini istiyorsanız bir şeyler yapın. Yoksa…

Aytaç Özkütük
14.06.2007 – 01,45

Ne Mutlu Ne Mutsuz

Gölgemin canlanıp bana öğütler vereceği hiç aklıma gelmemişti. Ta ki o güne kadar. Arkamı döndüm. Gökyüzü saatin 23.00 olmasının etkisiyle iyice karanlıktı. Yıldızlar ve sokak lambaları yolumu aydınlatıyordu. Yalnızdım. Aslında yalnız değildim. Beni takip eden, bazense önüme geçen bir karaltı vardı yanımda. Çocukluğumdan beri hiç sevmediğim, bazen korktuğum bir karaltı… Ben ilerledikçe gölgem de ilerliyor, ben durduğumda o da duruyordu. Bir türlü yalnız kalmama izin vermiyordu. Hep birileri tarafından takip ediliyor gibi hissediyor ve korkuyordum. Eve bu kadar geç kalmamıştım daha önce. Küçük bir şehirde, hele bir de merkeze uzak, ormanlık bir alanda oturuyorsanız, bu saat gerçekten çok geç sayılabilirdi. Her an önüme çıkabilecek şeylerin hesabını yapmakla meşguldüm.
Birden aceleyle tekrar arkama dönmek zorunda hissettim kendimi. Uzun uzun baktım. O varlığından hoşnut olmadığım karaltıyı göremedim ilk bakışta. Tekrar baktım. Bir göz yanılsaması olabileceğini düşündüm; ama ikinci bakışımda da gölgemi göremeyince işte o zaman bir panik sardı beni. Önümde de yoktu, hatta çevrede gölge oluşmasını sağlamaya yetecek kadar ışık olmasına rağmen. Bu korkuyla baş başa kalamazdım. Eve doğru hızlı adımlarla ilerledim. Daha önce hiç düşünmemiştim gölgem olmadan karanlık bir sokakta yürüyeceğimi hatta koşacağımı. Birden üzüntüye benzer, hatta hayal kırıklığıyla tanışık olan bir duygu sardı bedenimi. Bedenimle bile hissetmeye başlamıştım bu duyguyu.
Arkamdan ince, fısıltılı bir ses geldi. “Dur.” Hemen durdum. Sesin bana zarar verebileceğini düşünmedim hiç; çünkü gayet tatlı bir sese benziyordu. Bir yaşlı teyzenin yolu göstermemi isteyeceğini düşündüm bir an. Ama arkama döndüğümde gölgemi gördüm, hem de yerden bağımsız bir şekilde ayakları üzerinde dururken.
- Sana söylemem gereken birkaç şey var.
- Nedir? Seni dinliyorum.
O an kalbim güm güm atıyordu. Böyle bir an yaşayacağım aklıma gelmeyeceği gibi, böyle bir anda nasıl davranmam gerektiğini de bilmiyordum. Devam ettim onu dinlemeye.
- Sen hayatından memnun olmayan birisin. Bu çok açık. Ama son zamanlarda sende bir değişim gördüm. Sanki hayata daha sıkı bağlandın, küçük şeylerle daha çok mutlu olabiliyorsun. Tüm bunlara rağmen ben senden yine de hoşnut değilim.
- Neden?
- Çünkü hep bu anın geçeceği korkusuyla yaşıyorsun. Kuruntu yapıyorsun belki de. Ama emin ol ki bu anın bitip bitmemesi senin elinde. Bugün düne göre daha mutluysan, yarın ne olacağını düşünme. Bu gece rahat uyuyabiliyorsan, yarın kahve iç. Kahve içtiğin halde rahat uyuyorsan emin ol bu anlar geçici değildir. Ama kahve içmeden uyuduğunu da sadece yorgunluğa verme. Asıl nedeni yorgunluk olsa da bu güzel ve deliksiz uykunun, sen nedenin mutluluk olduğunu varsayarak bu mutluluğa daha çoğunu ekle.
- Neden söylüyorsun bunları bana? Benim mutlu olup olmamam ne değiştirir ki senin için? Sen sadece bir gölgesin. Hislerin yok. Varlık da değilsin aslında. Neden benim için üzülüyorsun? Ben kötü hissettiğimde senin de mi canın acıyor?
- Sorduğun soruların tümüne hayır cevabını veriyorum. Biliyorsun ki ben senin hep yanındayım. Kimi zaman yok oluyorum. Aydınlıklar benim için düşman değil, sakın yanlış anlama. Sadece aydınlıklarda benim varlığımı unutuyorsun. Ve ben de alınarak yok oluyorum ortamdan. Bil ki aydınlıklar senin için neşeyi, mutluğu temsil ediyor. Kimi zamansa kaybolmuyorum. Çünkü bana ihtiyacın olduğunu biliyorum; ama sen ben arkanda da önünde de olsam benden nefret ediyorsun. Alt tarafı bir gölgeyim ben. Hemen hemen hiçbir insan sevmez beni. Bunu unutma. Beni sevmen bazı şeyleri değiştirmene yardımcı olabilir. Sen mutlu olduğunda ben de senin mutsuzluklarını alarak mutlu olurum.
- Nasıl yani? Ne demek istiyorsun?
- Unutma ki mutluluklar gölgelerde gizlidir. Ama gölgeler de karanlıklarla beslenir. Senin için kararmadıkça aydınlığa ihtiyaç duymazsın. İçin karardığında gölgene bakmazsan aydınlığı fark edemezsin. Demek istediğim yolda yürürken gölgene iyi bak. Karanlık olan seni mi seçiyorsun yoksa aydınlığı mı? Ama unutma ki ben her zaman mutluyum; çünkü karanlıkların aydınlığa yüklediği değeri biliyorum. Aynada gördüğün aydınlık sene bak bir de. Sadece aynada görüyorsun. Karanlıkla yürürken sana yoldaşlık ediyor mu o? Aydınlıklar aynadan ibarettir, karanlıklarsa gölgeden. İki seçeneğin var. Ya aynaya bakıp aydınlığı gör ve nasılsan öyle kal, ya da gölgene bakıp karanlığı gör ve aydınlık için umutlan. İşte mutluluğun sırrı bu bence…

Söyledikleri çok karmaşık gelmişti. Ama haklıydı. Uyandığımda saat 03.00’tü. Evde çıt çıkmıyordu. Sokak lambasından eve sızan ışık gölgemi görmeme yardımcı oluyordu. Ama fark ettiğim bir şey vardı ki aydınlık olmadan da gölge olmuyordu. Ne mutlu ne mutsuz.

Aytaç Özkütük

Klavyedeki Silik Harfler

Küçük çocuk eve gelen yeni bilgisayarın tadını çıkartmaya çalışıyordu. Hak etmişti onu. Uzun zamandır derslerine çalışıyor, notlarını hep yüksek tutuyordu. Orta okula gelmişti bile. Hayatta onu bekleyen zorluklardan habersiz, canı çok da sıkılmayan biriydi o. Mutluydu, hatta mutlu olması için bilgisayara da ihtiyacı yoktu. İki seçenek sunmuştu ailesi ona. Ya şeklinin bozukluğundan şikayet ettiği dişlerini yaptıracaktı, ya da hayata gülümseyen yüzünü daha da gülümsetmek, belki de kahkahaya dönüştürmek için bilgisayar aldıracaktı ailesine, ailesinin uzun çalışma yılları ve uğraşları sonunda biriktirdiği paranın bir bölümüyle. Küçük çocuk, diğer çocuklar gibi, o yaşta haberdar değildi hayatın, dünyanın ciddiyetinden, ona neler getireceğinden. Amacı, belki de tek amacı mutlu olmak, içinde yol aldığı sürece ağlamadığı bir yaşam sürmekti. Düşündü, düşündü ve onun için en doğrusunun bilgisayar olduğuna karar verdi. Çünkü birçok arkadaşının bilgisayarı vardı ve o da istiyordu bir bilgisayarı olmasını, o aletin oyun oynamaktan başka ne işlere yaradığını bilmeksizin.

Bu bahtsız çocuk, her seferinde olduğu gibi, bilgisayarını da taahhüt edilen zamanda eline geçirememişti. Oysaki ailesi ödemeyi yapmış ve bilgisayar kurulumu için teknik servisten gün almıştı bile. Ama kaderiydi beklemek bu çocuğun. Hep yarın, yarın demişlerdi. “Yarın akşam geleceğiz.” diyordu teknik servis. Bir akşam iki adamla birlikte geldi bilgisayar. Bilgisayar kurulurken çocuğun pek de umrunda değildi hangi aşamaların izlendiği. Onun için oyun oynamak sabırsızlıkla beklenmesi gereken ve daha önemli bir şey düşünmeyi kabul etmeyecek olan bir hayat gerçeğiydi. Adamlar bilgisayarı açtılar ve çocuğun beklediği güzel haberi verdiler. Bilgisayara hediye olarak bir araba yarışı yüklenmişti.

Günler geçti, aylar geçti. Klavyeye olan dokunuşlar sadece araba yarışındaki farklı arabaların birbirleriyle yarışmalarına yardımcı oluyordu. Yarış kızıştıkça, hayatta da bir yarış olması gerektiği geliyordu çocuğun aklına. Gün geçtikçe hırslanıyordu. Ne oyunundan vazgeçebiliyordu, ne de derslerinden. Aslında takdirini kazanıyordu herkesin bu çok yönlülüğüyle. Ama bu hırs ve daldan dala atlama hevesi her seferinde ondan bir şeyler götürüyordu. Bir gün bilgisayarın başına geçtiğinde klavyesindeki A harfinin görülemeyecek kadar silikleştiğini fark etti. Ama umursamadı; çünkü yarış sırasında çok fazla kullanıyordu A harfini. Ondan olsa gerek demişti kendi kendine.

Biraz daha büyüdü. Orta okulun sonlarına yaklaştı ve girmesi gereken sınav sayısı arttı. Ama gittikçe sıkılıyordu oyundan da hayattan da. Mutsuzluk baş göstermeye başlamıştı bilgisayar geldikten sonra. Çünkü mutluluğa bir sınır koyamıyordu. Gerektiği yerde duramıyordu ve hiçbir şeyle yetinemiyordu. Yavaş yavaş olgunlaşmaya başlayan aklı ona bu durumu değiştirmesi gerektiğini söylüyordu. Hırsını bir kenara bıraktı. Sınavlarını umursamadı ve hayatı biraz daha hafife almaya başladı. Onun için büyük sınav günü gelmişti. İstediği liseye girebilmek bu sınavda aldığı nota bağlıydı. Ancak, maalesef olmamıştı, girememişti istediği liseye. Sonuçlar açıklandı ve çocuk hayal kırıklığına uğradı. Sahip olduğu bu yaşam tarzının da kendisine uygun olmadığını anladı ve geçti yine bilgisayarının başına sıkıntısını biraz olsun gidermek için. Ama şaşırtıcı bir şey olmuştu. Klavyeyi önüne çektiğinde daha önce pek de kullanmadığı bir harf olan Y’nin silikleştiğini gördü. Yine umursamadı. Önemli değildi onun için. Ama sanki bir şeyler ifade etmeye başlıyordu bu silinmeler ona.

Daha da büyüdü. Artık çocuk değil genç denecek yaştaydı. Liseye başlamıştı. Hayatta sahip olduğu memnuniyetsizlik gittikçe artıyordu. Her şeye sahip ama hiçbir şeyle mutlu olamayan bir insandı. Takıntıları başlamıştı. Ama ailesi bunun ileride ciddi psikolojik sorunlara dönüşeceğinden habersizdi. Gençlik bunalımına veriyorlardı bu tutum ve davranışları. Ama genç bunun öyle olmadığını, kendinin biraz daha farklı olduğunu gelişen ve büyüyen aklıyla fark etmeye başlamıştı. Herkesin ona ailesinin verdiği kadar ilgi vermesini bekliyordu. Hep övülen hep sevilen biriydi. Ama karşısına onu sevmeyenler, hatta ondan nefret edenler çıkacağını bilmiyordu. Bunları yaşadıkça yarası, içinde biriktirip dışarı vuramadıkları artıyordu sanki. Öyle ki, bilgisayar onun için bir kurtarıcı haline dönüşmüştü. Yine çare olarak ona koşmuştu. Aslında görmeyi beklediği bir şey vardı ve beklediği gibi de olmuştu. T harfi silikleşmişti klavyede. Klavyenin kalitesiz olduğu fikri ile bunun bir mesaj olduğu fikri arasında gidip geliyordu aklı. Ama her zaman mantıklı olmayı seçen bir genç olarak, klavyedeki sorunlara vermişti bu silikleşmeleri.

Genç ilerleyen yıllarda alan seçimi yüzünden okul değiştirmek zorunda kaldı. Okul değiştirmesi demek takıntılarından vazgeçmek zorunda olması demekti. Takıntılardan vazgeçmek de bir hayli zordu onun için. Ancak başka seçeneği yoktu. Ya takıntılarını seçecekti, ya da hayattaki geleceğini düşünecekti. Yine mantığını kullandı. Mutsuz oldu gittiği okulda ilk yılında. Ama yarın, yarın diyerek avuttu kendini. Tıpkı ona bilgisayar sözü veren teknik servisin dediği gibi. Hayatın sadece yarından ibaret olduğunu, bugünün yalan olduğunu anladı. Çünkü bugün mutsuz olsa da, yarın mutlu olacaktı nasıl olsa, o genç beyninin ona verdiği mesajlarla. Bir felsefe oluşturmuştu aklına. Bugün mutlu olup yarın mutsuz olacağına, bugün mutsuz olup yarın mutlu olmayı tercih ediyordu. Ama bu sonu hiç gelmeyen mutluluk beklentisi onu yine biricik bilgisayarına sürüklemişti. Başka arkadaşı yoktu ki o zamanlar bilgisayarından başka. En sevdiği araba yarışını oynayacaktı ki klavyede daha önceden silikleşmiş olan A harfinin bu sefer de çalışmadığını fark etti. Şoka girmek üzereydi. Çünkü bunun bir mesaj olduğunu artık anlamıştı. Kişiliğinin silinmeye başladığını hissediyordu. Bir şeyler yapmalıydı.

Her şeye asıldı hayatta klavyesindeki Ç harfinin silikleşmemesi için. Ç elinde kalan son Çaresiydi onun. Mutlu olmuştu üniversiteyi kazandığında. Gidip hemen Ç harfine baktı o gün. Sapasağlam yerinde duruyordu. Memnun olmuştu bunu görünce. Bir gün yine Ç harfini kontrol etmeye gitti Ankara’ya taşınmadan hayatının 10 yılının geçtiği yerdeki o küçük şehir için. Ama kendini kaybetti, yere yığıldı birden. Bir sorun yoktu klavyede, Ç harfi yerindeydi; ama genç kendinde değildi.

Bu yığılmalar süreğen hale geldi, her düşüş, her bayılma ondan bir şeyler götürüyordu; ama o tüm bunlara rağmen tek Çaresi olan Ç harfine gözü gibi bakıyordu. İçinde sakladığı, kimsenin haberdar olmadığı gerçeği açığa vurmak mıydı acaba Çare Ç harfinin de silinmemesi için? Bunlara ona gönderilen uyarılar mıydı? Ama yapamazdı, herkesin üzülmesine izin veremezdi. Ona gelen uyarıları başkasına aktaramazdı. Zamanla Ç harfinin de soluklaşmaya başladığını gördü. Olabildiğince asıldı hayata, hırslarına, tedavisine.

Bir gün acı haber geldi. Ç harfi silinmişti klavyeden. Ailesi, arkadaşları harap oldu bu silinme karşısında. Oysa ki Aytaç, son çareyi bulmuştu silinmeden bir gün önce. Yeni bir klavye almıştı, hem de F klavye. Harflerin yerlerinin değişik olduğu bir klavye. Çünkü daha önce yanlış klavyeyi seçtiğini, baştan yanlış yerlerde yazığını fark etmişti. Onun klavyesi F’ti, yani seçmediği klavye. Bunun farkına vardığında tüm hazırlıklar tamamdı. Yalnızca kasadan diğer klavyeyi çekip yeni klavyeyi takmak kalmıştı. Ama klavyeleri değiştirirken Ç’nin olmadığını gören Aytaç bir anda tamamen silinmişti bu hayattan.

Bu kötü bir bitiş değil. Aksine F klavye onun için zaten Fani dünyayı simgeliyordu. Zaten F klavyeyi de kullansa bu fani dünyada mutlu olamayacaktı. F klavyedeki A,Y,T harfleri tek tek söküldü onun gidişinden sonra. Ç harfiyse biraz daha büyütülerek onla birlikte gönderildi baki dünyaya. Aradığı çareyi orada bulsun diye…

Aytaç Özkütük

Yunus Balığı

Yola çıktım... Ta ne zaman... Demirimi hayatın başlangıcından aldım, bitişine doğru ilerledim. Biliyor musun çok merak ediyordum bu yolda başıma neler geleceğini? Yalnız başlamıştım bu yola. Yanıma kimlerin katılacağı o kadar önemliydi ki benim için. Ama bu yola benle başlayan, hayatımın başlangıcından demiri almamda bana eşlik eden insanlardan birinin herhangi bir şekilde yoldan ayrılacağını hiç düşünmemiştim. Yolda aldığım kararlar hayatımın temellerini sarstı kimi zaman. Kimi zamansa mutlu olmamı sağladı alışık olmadığım biçimde. Aslında benim için mutluluk verici olan ne hayata başlamak, yeniden gözlerimi açmak, ne de sıkıntılardan kurtulacağım, mutlu olacağım bir bitişe sürükleniyor olmamdı. Fark ettim ki aslında bana destek olan, beni sürekli teşvik eden şeyler o yol sırasında sahip olduğum her şeydi. Aslında benim elimdeydi onlara sahip olduğum gibi onları kaybetmek de. Bazen tutamadım elimde yolda aldığım kararları. Çünkü yolumun üzeri hayatımın başlangıcından demir aldığım yer kadar sığ değildi. İyiden iyiye derinleşmeye başlamıştı. Yolda ilerlediğim her saniye her dakika beni biraz daha güçsüzleştiriyor, elimde olarak veya olmayarak kaybettiğim şeyler sağlamlığımdan vazgeçmeme sebep oluyordu.

O kadar çok şey kaybetmiştim ki yoldaki yaşantım boyunca. Güzergâh değiştirmem gerekmişti. Önce bencilliği seçtim. Çünkü bencillik tüm kaybettiklerime rağmen üzülmemi engelleyecekti. Gittim, gittim, gittim. Bir gün fırtına çıktı rotamda. Bencildim ben, umurumda değildi salımı, üstümü başımı kaybetmek. Nasıl olsa mutsuz olmayacaktım kaybettiklerimle. Girdim fırtınanın içine. Cesaret işiydi aslında. Hayatta sürekli ödlek olan biri için inanılmaz bir cesaret örneğiydi. Uyandığımda yanımda olduğunu gördüğüm tek şey bir yunus balığıydı. Sinirli sinirli bakıyordu bana. Sanki olmaması gereken bir şey yapmışım gibi. O kadar anlamlı baktı ki anladım yanlış rotayı seçtiğimi. Hemen değiştirme kararı almıştım.

İkinci rotama başladığımda bu sefer sadece bana destek olan her türlü şey önemliydi benim için. Yunus balıklarını görmezden geliyordum fırtınanın içinden geçip salımı kaybetmek korkusuyla. Oysaki onlar bana güzel haberler vermek için bekliyorlardı. O kadar emindim ki. Bir gün karşıma iki seçenek çıktı. Ya fırtınadan geçip yunus balıklarının verdiği mutluluğun ve desteğin tadını çıkartıp onlarla dostluk kuracaktım, ya da çarşaf gibi sularda yelken açıp renksizce devam edecektim yola. İlk aldığım ders fırtınaya girmemeyi öğretmişti bana. Bu sefer durgun devam etmeliydim yoluma. Ama aldığım bu ders de yaramamıştı işime. Nerden bilebilirdim ki köpek balıklarının durgun suları tercih ettiklerini ve avlarını durgun sularda beklediklerini? Aynı yunus balığı vardı yine yanımda ben gözlerimi açtığımda. Yüzünde yine aynı yüz ifadesi vardı yine bana cesaret vermek ister gibi. Sevmiştim o yunus balığını. İşte bu yolda benim dostum o olacak demiştim. Ama başka rota seçmek zorundaydım.

Seçtiğim üçüncü rota bencil ve maddeci olmayan her fikirle eşdeğerdeydi aslında. Yolda zamanımı planlamadan geçirmek istiyordum. Gözlerim de hep yunus balığını arıyordu bir yerlerde. Gerçekten ders almıştım demek ki. Önüme o kadar çok destek çıkıyordu ki ben bu yolu izledikçe rotam bir anda şımarıklaşmaya başlamıştı. Öyle ki bazen yaptığım hataları göremez oluyordum. Çünkü biri olmasa diğeri destekliyordu yaptığımı. Kafam karışmıştı. Bu rotadan daha ayrılmadan bir gün karar verdim hepsini toplamaya ve konuşmak istiyordum onlarla. Önce yunus balığıyla karşılaştım. Ona söyledim böyle olduğunu; çünkü o benim yoldaki cesaret kaynağımdı. Güveniyordum ona. Şımarıklaşmaya başlayan yolumda daha fazla ilerlemek istemiyordum.

Her şey güzel gidecekti, beni bu engin ıssız denizde yalnız bırakmayan arkadaşlarımla konuşacaktım. Ama anladım ki bu rotalardan geçerken hayat bana iyi ders verememiş. Bencil rotanın izleri hala kalmış, şımarık rotaysa vermiş zaten bana tüm şımarıklığını, kadirbilmez bir şekle sokmuş beni. Maddeci rotaya bakmıştım bir de… Sadece fırtınadan korumuştu beni, köpekbalığından değil. Kendi elimle itmiştim asıl rotamı ben. Çünkü kafam karışıktı. Bana güven veren, cesaret veren ve benim hep dostum olarak gördüğüm yunus balığı, rotalarımın şaşırmasıyla, benim yüzümden terk etmişti beni. Haklı mıydı? Evet. Oysaki hep o göstermişti yolumu bana. Onun o kızgın bakışları bana yolumu değiştirmemi söylemişti. Çok sevmiştim ben o balığı. Belki o böyle düşünmedi, ama hala bunu söyleme fırsatım var. Şimdi karaya çıktım, çünkü artık gidecek yerim kalmamıştı o hayatımın başlangıcından demir alarak yola çıktığım engin denizde. Ama emin ol ki karada bile yönümü bilmiyorum artık. Lütfen yunus balığı beni affet ve yine eskisi gibi kızgın kızgın bakarak, yüreğimi ısıtarak yolumu göster bana. Sana ihtiyacım var.

Aytaç Özkütük

Aşk Acısı

Elim de dilim de tutuldu. Ne söylesen, ne desen, ne yapsan, ne kadar uğraşsan, ne kadar kötü sonuç alsan da değiştiremediğin şeyler üzerinde ısrar etmekten vazgeçemiyorsun. Sorumluluksa tamamen çökertiyor insanı. Bazı sorumluluklar seni parçalıyor, bitiriyor, kesiyor, yaralıyor. Sonuç sıfır olsa da sen düşünmekten asla vazgeçemiyorsun. Sakal bıyık meselesi bile olsa… Sakalı da bıyığı da kesiyorsun. İki ara bir dere derler ya. Dereyi kurutuyorsun, araları kapatıyorsun. İnsan mantığı en olmayacak şeyi bile olur yapıyor. Ama sadece kandırıyor seni. Sense aldanıyorsun ona. Elin kolun bağlı. Bir telefon, bir ses… Umutlar, umutlar… Ama sonunda sen de biliyorsun ki boşuna. Belki de bu kadar tatlı yapan bunu, umutsuz olduğunu bilmen. Umutsuz olduğunu bilmen bile mantığın sayesinde geri plana itiliyor. Çaresiz kalıyorsun. Ağlıyorsun, ağlıyorsun. Duymuyorlar. Duyanlar umursamıyor. Sen bir hiçsin çünkü. Gülistanda yalnız kalamıyorsun içinde gül olmadıkça, çiçekleri açmadıkça. Gittikçe sabırsız olmaya başlıyorsun. Hakim olamıyorsun kendine. İçiyorsun, içiyorsun. Niye? Ağır geliyor artık fark ettirdiğin halde fark ettiremediğinin gösterilmesi. Belki bencil olduğun için böyle düşünüyorsun. Belki de çok kötü bu yaptığın. Ama engel koyamıyorsun önüne. Belki sorunları daha da büyütmekten başka bir şey değil bu. Ama ne yaptıysan olmuyor. Soruyorsun “Beni bitiren bu şey ne?” diye. Bunun cevabını sen biliyorsun. O sana “Bunun cevabı ben olmamalıyım, biliyorsun değil mi?” diyor. Sense hiç gocunmaksızın: “Evet ne yazık ki, hatta iyi ki bunun cevabı sensin.” diyorsun. Evet doğru “aşk” bunun cevabı. Oysa aşk sana diyor ki: “Ben susmayı tercih ediyorum; çünkü kelimeler de sessizlik kadar acı verir bazen. Acıtamam ben seni.” Bu söz seni acıtıyor, sana acıyor, seni acınacak hale getiriyor. Gözlerini yumuyorsun sen. Hemen mutfağa gidip mendil bulmaya çalışıyorsun. Belki de bu kadar mutlu olmamıştın daha önce ağladığın için. Sen verilen cevaplara kayıtsızca aşkın peşinden gidiyorsun. O senden her zaman kaçıyor. Yanında destekçileri var. Başka birini görmeye dayanamıyorsun aşkın yanında. Ama yine de her zaman bile bile lades oluyorsun. Bir sözcük almak bile mutlu ediyor seni aşktan. Aşkın senin çevrende olduğunu ama kapını hiçbir zaman vurmadığını bile bile… Hep çevrende olan ama kapını çalmayan duygular giriyor rüyalarına. Nasıl çıkartırsın ki rüyandan? Uyumayarak mı? Al işte uyumuyorsun. Sabaha kadar oturuyorsun. Ama ellerin sürekli yazıyor kontrol edemiyorsun. Yazıyorsun, döküyorsun içini kâğıda. İçindeki dışına çıkıyor, ama kopyası sadece. Hepsini kâğıda döküp kâğıtla atamıyorsun. Hep bir parçası kalıyor içinde. Bile bile lades. O susuyor, susuyor, sense onun gözlerinin içine bakıyorsun. Bir şey göremiyorsun. Kendini göremiyorsun. Her şeyi yansıtan o gözbebeği seni yansıtmıyor işte. Ne yapacaksın? Anlıyorsun. Yavaş yavaş kabullenme isteği geliyor sana. Ama her görüşün, her bakışın, hatta misilleme için yaptığın ondan her kaçışın bile onu sana daha çok yaklaştırıyor. Sendeki o bilinmezliklere doğru yürürken peşinden seni de sürüklüyor, ama sendeki seni. Sen hiçbir zaman unutmuyorsun onda bir sen olmadığını. Kandırıyor seni sendeki o. Ulaşılamazlığın verdiği peşinden gitme mücadelesi, seni kötülüklere, acıya daha çok yaklaştırıyor. Umutsuzluğun tatlı yaptığı bu aşk seni acılara doğru yaklaştırırken bile sen hala kırmızıbiberi akide şekeri sanıyorsun. Durmak istemiyorsun, yazıyorsun, yazıyorsun. Sanki yazmayı bitirmek aşkı bitirmek gibi geliyor sana. Aşkın bitmesini hiç istemiyorsun. Köşe bucak kaçmak istiyorsun ondan. Telefonu yüzüne kapatmak, lafı ağzına tıkamak, senle konuştuğunda kaçmak… Ona daha da yakınlaşmak istemiyorsun çünkü. Ona ne kadar yakınlaşırsan sendeki o, o kadar uzaklaşacak senden. Umutların artacak belki artmaması gerektiği halde. Gerçekleri görmeye başlayacaksın. Umutların acı gerçeğiyle yüzleşmeye hazır değilsin ama daha. “Ya umutsuzluğum bana bir cilve yapar da beni mutlu ederse?” diye düşünüyorsun. Oysa o bunların çoğundan habersiz sana kayıtsız olan hayatına devam ediyor. Yanındakilerle hayatın karanlık ama sonunda ışık görünen tünellerinde ilerliyor. Sense o kadar safsın ki, hiç tünele girmiyorsun. Hep gün ışığında, hep aydınlıktasın. Kendini hiç alıştırmamışsın karanlığa. Gece oluyor elbet. Hava kararıyor. Yanında kimse yok. Gökyüzüne bakıyorsun. Yıldızlar ve kocaman bir ay var karşında. Kıskanıyorsun yıldızları. Hepsi bir bütünlük içindeler. Hepsi mutlular ama mutluluktan ışıl ışıl parlıyorlar, kendi enerjilerini yansıtıyorlar diğerlerine onların da mutlu olmaları için. Sense kendini aya benzetiyorsun. Çünkü ay yalnızlığı nedeniyle eğmiş boynunu. Kimseyi bulamamış. Kendini mutluluğun ışıltısına bırakamamış. Ama kesmemiş hala ümitlerini. Ben de buradayım dercesine alabildiğince ışık alıyor deneyimlerinin asıl sahibi olan Güneş’ten. Sürekli sevdiğinin yolunu aydınlatmak istiyor çünkü. Ama sen biliyorsun ki dünya nankör. Hiçbir zaman tam anlamıyla kabul etmiyor kendine delilercesine aşık olan Ay’ın ışığını. Bir tarafı ona hala umut verirken, diğer tarafıysa geleceğin hala karanlık olduğunu gösteriyor. Aysa kimi zaman isyan ediyor, vazgeçiyor ışık vermekten, kimi zamansa bir umut dalgası yayılıyor içine, var gücüyle gayret etmeye çalışıyor. Sen ayın yolunu izliyorsun unutma bunu. Acıların hem içinde hem dışında büyük oyuklar yaratıyor. Tamiri imkansız oyuklar. Karanlık sana umudun daha da büyük olabileceğini gösteriyor. Çünkü hava aydınlandığında aşk ayın ışığını bir zerre kadar bile göremiyor. Karar veriyorsun bundan sonra hep karanlıkta kalmaya. Belki sen sevdiğini görmüyorsun ama sendeki o seni görüyor, umutlandırıyor. Sonu olmayan engin denizlere açıyor belki de. Sense ruhun engin denizlerde ayakların karaya basarak devam ediyorsun günlük hayatına. Hiç kimse hiçbir şeyin farkında değil. Sense hangi yaşamı seçeceğinin farkında değilsin. Seni engin denizlere açan deniz kızının seni denizin derinliklerine çekerek mutlu ettiği ama sonunun boğularak geldiği bir yaşamı mı, yoksa her gün o deniz kızını karada görerek sendeki onu öldürdüğün ve hayatını boğazında bir iple boğularak noktaladığın bir yaşamı mı seçeceksin?

Hayır. İkisini de seçmeyeceğim. Ben seni seçtim aşk. Hep senin yanındayım. Sürükle beni engin denizlere ama bir ayağımsa karada kalsın.
Sen çek beni denize. Korkma. Ben çıkmayı başarırım. Aşk bizim aramızda kalsın.
Zaman zaman terk et beni, yalnız bırak. Bırak biraz da yüreğim yansın.
Ama yine de vazgeçemem ben senden. Ne yaparsan yap büyülüyor beni bu muhteşem dansın.
Ben senin ne gözlerinde ne de kalbindeyim. Ama sen hep benim kalbimde varsın.

Aytaç Özkütük

Ölürken Yaşamak

Yaşamakla ölmek arasındaki ince çizgiyi fark edemeyenlere…

ÖLÜRKEN YAŞAMAK

Hani her şey düzelecekti?
Mutlu olacaksın demiştin bana
Hani dünya kıymetimi bilecekti?
Demek ki inanmamalıydım sana.

Sen hep haklıydın aslında
Ben mutsuzluğumun nedeniydim
Sadece işlevsiz bir ruhun bedeniydim
Bazen mutlu olsam da
Ben kendi günahlarımın bedeliydim

Sona yaklaşıyoruz artık
İçimi burkan ne biliyor musun?
Ne kalbimdeki delik ne de yırtık,
Benim içimi asıl burkan
Yaşamaktı uzun uzun

Ben de mutlu olmak isterdim senin gibi
Delicesine belki de anlamsızca gülmeyi
Gözükmeye başladıkça denizimin dibi
Unuttum hem sevmeyi hem sevilmeyi

Batıyorum artık umudum kalmadı
Neden benim herkes gibi günlerim olmadı
Nedeni açık aslında
Ben hak etmiyordum dünyada yaşamayı

Bugün benim son günüm
Yarın uyanamayacağımı bilmek
Tüm hüzünlü anıları silmek
İlk ve son defa ölmek…
Geçmeyecek artık sözüm
Bitti yazım, kışım, güzüm

Ben ilkbaharına geldim hayatımın
Çünkü asıl başlangıcı ölüm benim yaşamımın
Tek sebebiyse mutlu olmamın
Yeniden doğmayacağımı bilmektir.

Aytaç Özkütük

ÖL(D)ÜM

Dost hasreti çekenlere…

ÖL(D)ÜM

Dostlarım varmış benim, ben doğmadan önce,
Dostlarım oldu benim, ben öldükten sonra.
Şu dünyada her şeye sahip oldum
Ne var ki bir dosttan başka.

Umutlarım vardı benim, solmadan önce
Umutlarım oldu benim, ölüme yaklaştıkça
Ölüm kimine kara bir bulut olsa da
Umut vaat etti bana dünyada yaşadıkça

Dost ve umuttan yoksun yaşamak
Bunları birine anlatmaya çalışmak
Ve dostun olmayan birine açılmak
O kadar zordu ki ben ölene kadar…

Öldüm işte, her şey düzelecek
Dostlarım birden yanıma gelecek
Ve bir düş kırıklığı daha kalbimi delerek
Boşuna umutlanma diyecek.

Umutlarım tükendi bir bir
Ağlamak çaresi mi bunun
Yaşamak üstümde bir kir
Temizleyecek gücü var mı suyun?

Kaderime boyun eğmeye razıyım
Yeter ki dünya peşimi bıraksın
En kötüsüne bile hazırım
Bana daha iyisini aratsın.

Öldüm mü yaşıyor muyum bilmiyorum
Yalanlar hala yaşadığımı
Doğrularsa yaşamadığımı söylüyor bana.
Eğer doğrulara kulak veriyorsam
Yaşamadığımı kesinlikle seziyorum.

Aytaç Özkütük

Gamsız Hayat

Hayatı gamsızca yaşamak ister misiniz?

GAMSIZ HAYAT

Bana artık dertten bahsetme
En önemlisi hayata hiç küsme
Gülüp geç tüm dertlerine
Sakın ama sakın pes etme

Ufuktaki deniz mavisi
Hayatının anlamı olsun
Ormandaki ağaç yeşili
Kalbinin kenarında dursun
Çiçekçideki gül pembesi
Yaşama sevincin olsun

Ne olursa olsun
Bahar bitse de
Baharını kendin yarat
Kendi kendine
Kış gelip kar yağsa da
Sen ısıt kendi içini
Yapraklar dökülürken sonbaharda
İzin verme hayatının dökülmesine
Güneş başını kavururken yazın
Coş sen de, kıskansın alın yazın

Soğanlara karşı gelmeyi öğren artık
Onlara karşı gülme bombası kullan
Soğanı eline almadığın gibi
Dertlerini at robota dilinsinler orada
Öyle küçük dil ki onları
Birleşemesinler bir daha
Yeter ki kalbin kırılmasın

Kalbini kıranlar elbet olacaktır
Ama sen kalbini sağlam tutmaya çalış
Bir Japon yapıştırıcısı ne kadar biliyor musun?
Bu devirde bir kalp için değer mi o paraya?
Gir yoldaki bir saraya
Yaşa orada
Ki kalbini cam korumaya alsınlar
Bu kadar hassas olma

Sen bilmezsen ben bilmezsem
Kim bilecek senin hayatının değerini
Sen bilirsen ben bilmezsem
Tasalanma bilen biri var demek ki

Ölümden bıkmadın mı artık
Bu kadar ölüm istiyorsan
Sen zaten ölmüşsün yazık
Görmedikçe sarı güneşi
Hele bir de lacivert gökyüzünü
Ne fark eder yaşamak ya da yaşamamak
Sen gözü açık gidenlerden değil
Gözü kapalı gitmeyenlerdensin
Yaşasan da görmüyorsun
Gözün açık gitse ne yazar ki?

Herkes hikâyenin sonunda ağlar?
Ağlamak için sonu bekle
Daha çok erken
Sen yaşamının ilk çeyreğinde
Ben ikinci baharın eşiğinde
Bir de beni düşün
Ölmek istiyorum derken

Biliyorum sıkıldın öğütlerimden
Ama hayat seni öğütmeye başlamış
Kır kabuğunu çık öğütme makinesinden

Mavi deniz, kırmızı çiçek
Beyaz bulut, siyah böcek
Bunları görmezsen
Bu hayat nasıl geçecek?

Amacın hayatını geçirmek değil
Yaşamak olsun
Bırak kılıcın hep kınında dursun
Tırnaklarını çıkarma bir hiç uğruna
Sen de bir gün iyisini bulursun

Benle dalga geçmişler, geçsinler
Beni küçümsemişler ne olmuş
Beni hiç sevmemişler bana ne bundan?
Ben hala aynı kişi hala hayattayım
Tüm bunlara rağmen
Hala ayaktayım

Suç benim değil
Vicdanım rahat
Tek parolan şu olsun:
“GAMSIZ HAYAT”

Kırıldım Hayata

Kırıldım ben sana bugün ama senin haberin yok henüz
Sen benim arkadaşım, can yoldaşım, gün ışığımdın
Geride senden tek bir mevsim kaldı bana, yalnızca güz
Eminim ki hala farkında değilsin sana neden kırıldığımın

Kim bilir kaç yaşındaydım ben hayatla tanıştığımda
Ama senle tanıştığım yaşı hatırlamıyorum aşkım
Bana bıraktığın o göz gözü görmeyen gün ışığında
Ben hem nefreti hem de sevilmemeyi tattım

Her şey gibi senle tanıştığımı da unuttum sanıyordum
Oysa “sen” diye biri olmadığının farkına yeni vardım
Sadece ben vardım ve kendimi avutuyordum
Bunu anladım ve anladım ki yolun sonuna vardım

Uzun zamandır gerçeklerin farkındayım aslında
Ama hiçbirini kabullenesim gelmiyor
Yalandı içimin ısındığı sadece senin aşkında
Oyun yapmak, unutmak çok işime geliyor

Hayatın sen, seninse hayat olduğun gerçeği çıktı ortaya
“Sen” yoktun yalnızca “hayat” vardı, hayat benle yalnızdı
Aşkım olmadı ki benim hiç, çıkma vakti geldi karaya
Bu yelkenle açılan adam artık çaresiz ve artık bahtsızdı

Hayat bana hiçbir vermemişti senden ve ailemden başka
Sen yoktun yanımda, yoktun hayatta, yoktun hiçbir zamanda
Bense kanmıştım, aldanmıştım ve hatta kapılmıştım bu yalan aşka
Ama anladım ki hayalmiş hepsi, bugün kırıldım hayata.

· Siz sevilmemek ne demek bilir misiniz? Bilirsiniz belki hoşlandığınız birinin sizi sevmemesi koyar belki size. Ama bu o kadar önemsiz, o kadar küçük bir şeydir ki hiç can sıkmaya bile değmez bence. Siz sevilmemeyi bilmezsiniz. Neden? Çünkü siz sevilmeseniz de umursamazsınız bunu. Çünkü sizi sevmeyeni siz de sevmezsiniz.
· Siz kullanılmak nedir bilir misiniz? Bilirsiniz elbette. Bugüne kadar kaç insanı kullandınız kim bilir. Kaç insana gerçek dostmuş gibi yaklaşıp onu yarı yolda bıraktınız? İşiniz bittikten sonra onu sattınız? Bu önemli miydi sizin için? Değildi tabi ki. Çünkü onlar sizi severken siz onları hiç ama hiç sevmediniz. Siz sevilmemek nedir bilir misiniz?
· Siz paylaşmak nedir bilir misiniz? Bilirsiniz elbette. Hem de paylaşmanın âlâsını bilirsiniz. Mutlulukları paylaşırsınız, başarıları paylaşırsınız, parayı paylaşırsınız. Ama sizin paylaşma kavramınız tek kişiliktir. Siz kimle paylaşırsınız bilir misiniz? Bunu bilmeniz lazım aslında siz sadece içinizdeki şeytanla paylaşırsınız. Şeytanı güçlendirir ve kendi benliğinizi yitirirsiniz. Herkes sizle paylaşır ama siz onlara sadece borç verirsiniz. Neden bilir misiniz? Bilmezsiniz belki de. Çünkü onlar sizi sevmişken siz onları sevmemişsinizdir. Siz sevilmemek nedir bilir misiniz?
· Siz beraberlik nedir bilir misiniz? Bilirsiniz. Siz bilmeseniz de sizi dürten çıkarlarınız bilir beraberliği. Beraberlik işlevselse önemlidir sizin için. Paraya ihtiyacınız varsa, çalışmaya ihtiyacınız varsa, dinleyiciye ihtiyacınız varsa sizden iyi kimse bilemez beraberliğin ne olduğunu. Çünkü beraberliğe bencilce işlevsellik kazandıran sadece sizsiniz. Onlar sizle beraberken sizi sever ama siz onları sevmezsiniz. Onlar sizi sevdiği için sizin yanınızda olur ama siz onları hiç ama hiç sevmezsiniz. Siz sevilmemek nedir bilir misiniz?
· Siz sevilmemek nedir bilir misiniz? Bilmiyorum bu sorunun yanıtını ama bana sorarsanız eğer ben bilirim. Benden iyi kimse bilemez sevilmemenin ne olduğunu. Aile dışında horlanmayı, küçük görülmeyi, bir oyuncak gibi oynanmayı. Siz gururun kırılması nedir bilir misiniz? Bilirim ben çünkü elimde kalan tek değerli şey gururumdur benim. Siz bilmezsiniz belki ama ben acımanın ne olduğunu çok iyi bilirim. Siz bilmezsiniz ama ben arkadan konuşulmasını çok iyi bilirim. Siz sevilmemek nedir bilir misiniz? Bilmezsiniz muhtelemen. Umursamazsınız siz sevilmemeyi, umursamazsınız acınmayı ve acımayı, umursamazsınız arkanızdan konuşulmasını. Ama ben umursarım. Peki son bir soru size: Siz insanlık nedir bilir misiniz? Bilirsiniz belki. Ama bildiğiniz insanlığın insanlık olup olmadığından gerçekten emin misiniz?

(Beni sevmeyen, beni kullanan, benle oynayan, beni hor gören, bana acıyan ve benden nefret eden insanlara sesleniyorum. Siz ben neden böyleyim bilir misiniz?)

Hayat Beni Bırakıp Gitti

Her zamanki gibi seni bekledim yine dün gece
Sense her zamanki gibi gelmedin
Bana o son bakışların vardı ya hani eşsizce
İşte o yüzden merak ettim var mıydı bir nedenin

Sen beni hiç düşünme sevgilim
Biliyorsun ki ben alışkınım yalnızlığa
Senin aşkından geriye kalan bir dilim
O dilimse benim dilimdeki sözler sevgilim

Çok iyi anlıyorsun aslında sen beni
Hani insan yastığa kafasını koyar ya
Hani düşünmeye başlar ya yeniden
İşte o an kaybettim ben de seni

Sen aslında hep benim yanımdaydın
Bense bunun tamamen farkındaydım
Sen güzelliğini tüm ömrüme yaydın
Bense hep sensiz geçen günleri saydım

Sen hep yanımdaymışsın meğer
Ben paranoyalarımla birlikteyken
Bir kez daha başlamak istersen eğer
Unutma ki ben mutsuzum seninleyken

Sen beni bırakıp gittin bir gece ansızın
Ben gözümü yumdum arkandan bakmaksızın
Sen bana hiç muhtaç olmamıştın
Canın istemediğinde yanımda kalmamıştın

Hayatımdın sen benim herkesin olduğu gibi
Ya ben seni elimden kaçırmıştım
Ya sen bırakmıştın beni ey sevgili
Anladım ki ben hayat trenini kaçırmıştım

Hayat, hayatım senden bir beklentim yok artık
Tıpkı beni bırakıp gittiğin o gece gibi
İçinde olduğum tek şey sert bir tipi
Ama maalesef gerçek hayattayım artık
Aytaç Özkütük 15.03.2006 – 23:56

Kısaca Ölmek

Ölümün hayattan daha değerli olduğunu fark edenlere…

KISACA ÖLMEK

Kısaca ölmek kendi içinde
Umutlarının gerçek olması
Kendi içinde kısaca ölmek
En büyük sevincine ermek
Ölmekse kendi içinde kısaca
En güzel yerlere, yollara, vatanlara
Gitmekse ölmek, bırakmaksa sevdiklerini
Ne mutlu onlara
Ölmek demek kısaca
Mutlu olmak başka bir hayatta
Ölünce mutlu olmak burada
Az ya da çok acı çekmemek
Ölünce mutlu olmak demek
Sonsuzluğa gömülmek

Aytaç Özkütük

Doğmamış Çoban

Tüm doğmamış çobanlara…

DOĞMAMIŞ ÇOBAN

Ben bir çobanım
Ozon tabakasının delinmediği bir köyde
Üstümde abam var, elimde sopam
Ama göremiyorum koyunlarım nerde

Hepsi benden kaçmışlar.
Benden kaçmak uğruna
Dünyaya sığınmışlar.
Ne ben durdurabildim onları ne sopam
Sözümü geçiremedim olsa da abam

Ben bir çobanım
Koyunların olmadığı bir köyde
Bir tek kuzular kalmış, ben ağlamışım
Onlar beni terk ettiğinde

Hepsi dünyaya kaçmışlar
Bense kalmışım kendi kendime
Dünyaya gitmemek uğruna
Atmışım tüm dertleri içime

Ben bir çobanım
İnsanların olmadığı bir köyde
Zaten bu benim tek avuntum
Yoksa ben de kaçardım dünyaya
Baktığım zaman havaya
Görmemek için bulutları
Ağlamadım büyütmek için umutları

Ben bir çobanım
Gözyaşı olmayan bir köyde
Eğer bu köyü merak ettiyseniz
Sabırsızlanmayın, geleceksiniz birkaç sene içinde
Siz benden kaçtığınız için üzülmüştüm
Oysa anladım ki boşunaymış
Çünkü bu gözyaşı olmayan köy
Doğmadığım bir dünyaymış…

Aytaç Özkütük